15 Eylül 2020 Salı

Karmakarışıklaştırılmışlıklar

Moğollar 

Eski dönemlerde bir medeniyetin veya toplumun izlerini silmek için kültürlerini yok ederlermiş. Kitaplar yakılır, kütüphaneler yıkılırmış. Koca medeniyet ve birikimler acımasız alevler arasında yok olurmuş. Bir insan neden bunu yapar ki diye düşünür dururdum, yani ne zorun var abi? Şimdiki kitapları örnek verecek olursak, B612'ye toki dikemediğin için mi kızdın Küçük Prens'e veya Zeze yaramaz bir çocuk diye mi düşman olup Şeker Portakalı yakma isteğin ortaya çıkıyor? Yıllar önce kafamı meşgul eden bu soruların cevabını bir kitabı moleküllerine ayırmak için çabalarken kavradım. Vücudum attı! Evet, emeğe saygım vardır hatta oturma organımdan aldığım ilhamla yazdığım şu bloglardan daha berbat bir kitaba yapılmış olsa da emeğe saygı vardır bu bünyede. Ancak tüm bu saygıma rağmen, yine de yapmam gerekeni yaptım. Moğol barbarlar gibi elimde meşale ve kılıçla artık aslında benim için biten bir dostluğu tamamıyla yıktım. Bir daha hiç kimsenin kalıntılarına rastlayamayacağı şekilde...


Manolya

Merhaba Manolya. Selam verdiğime bakma bilmezsin buraları, adına burada yazılan bir kaç satır olduğunu hiç bir zaman bilmeyeceğin gibi. Adına yazılıyor diyorsam da senin bildiğin isminle değil sadece benim bildiğim isminle sesleniyorum sana. İsmini çağrıştırıyor diye Zeki Müren'in manolya şarkısını senin adına seçmiştim. Ne büyük talihsizlik ama! Keşke böyle cennet gibi bir şarkıyı seçeceğime, poketop'u kafana atıp Squirtle'ı seçseydim ya da Charmandar'ı. Seç beğen al hangi pokemonu istiyorsan diyeydim. Her neyse, bu ilk kez birisi uğruna b*ok ettiğim şaheser değil ama yine de insan üzülüyor. Bir daha aynı keyifle dinleyemeyecek olmaya. 

Ve Manolya, dönüp son kez baktığımda sana, sanırım hayatta iyi insan olmanın çabasında zorlu yollardan geçmenin en iyisi olduğunu anladım. Yani senden birşey anladığımdan değil, bilenler öyle diyorlar oradan şeettim. Yoksa ben de ne senin ne de bu işin gurusu sayılmam.

Bu arada bu kısa zamanda  patika yolların kestirme prensesi olduğunu kanıtladın kendince. Buna değinmeden de geçemeyeceğim... Hem de kısa olduğunu düşündüğün yollarda kendini bitire bitire... Ben ise, ne sana ne de başkalarını bakmadan doğru olanı bulana kadar yakıt giderine aldırmayıp yoluma devam edeceğim. Ee ne demiş kamyoncu abilerimiz, sen batan bir güneş, ben yollarda çilekeş... 


Koku

Bir koku vardı sende, sanki tüm şehire sinmiş gibi olan. Gittiğinden beri alamadığım bir koku... Bir koku vardı sende, dağlardan ovalara gelen serin hava ile taşınmış bahar çiçekleri kokusu gibi bir koku... Şimdi, yıllardan sonra ise, sanki bu şehrin sokaklarında sende geziyormuşsun gibi bir an o kokuyu hissettim. Öyle sendi ki koku, zil ile yemek arasında bağlantı kurulan Pavlov'un kuçu kuçusu gibi sana hasret kaldığımı anlattı bana. Bir kahve ve güzel yüzünü anlattı. Sakin Akdeniz gecelerindeki yakamozlar kadar güzel ve kahvem gibi sade olan seni. Bugün bir kokunun da beni yıllar öncesine götürebildiğini anladım Begüm. Sana götürdü beni, bir daha asla gelemeyeceğim sana... 



20 Mayıs 2020 Çarşamba

Tozlu Puslu Yazı

Begüm bu blogu sana yazıyorum biliyorsun. Yani çoğu zaman öyle. Bir kaç istisna kaideyi bozmaz sanırım. Eskiden sana yazdığım yazılardan isli, puslu olanları yazar ama yayınlamazdım, nadir yayınladığım bu tarz blogları da zamanla sildim. Ancak bu sefer olduğu gibi yayınlıyorum. Anla beni, bazen hayatımı olduğu gibi anlatmam gerekiyor. Yani ben öyle bir ihtiyaç hissediyorum. Bir nevi kara kutu kaydı gibi düşünebilirsin bu anlatma arzusunu. Ara ara kayıt edilmesi gerekiyor hayatımın. Kara kutularda da böyledir bir kaza anında açıp bakılır hata neredeymiş anlaşılır. Ben de kara kutu olarak burayı kullanıyorum. 

Söylesem tesiri olurdu, sussam gönül razı da... Ne anlatacak kadar çok ne de susacak kadar az oldum Begüm.  Bu kararsızlığı daha da azalarak bozuyorum ben de. Bir suskuntu geliyor böyle olunca da. Tıpkı yıllar öncesi az sonra alınacak küçük bir çikolatanın hatrına sağlık ocağındaki iğne sırasını sakince beklerken karşı duvarda gördüğüm sus işareti yapan hemşire fotoğrafı gibi. Susssssssss. Uzayan s'lerin boğazıma boğarcasına sarılması ile susuyorum. Hayata dair anlatacağım ne çok şey var halbuki. Anlatmak istiyorum derken yanlış anlama, herkese anlatmaktan bahsetmiyorum. Yoksa muhteşem bir bistroda eğlendikten sonra çıkışta dalyarak muhabire cevap veren Ozan Güven gibi net cümlelerim var Begüm. Benim susmamla bu suskunluğumun sebebini huzursuzluk olduğunu düşünüp kendince çözümünü anlatanlar türüyor. Anlatanların kimisi için huzurum armudun sapı üzümün çöpü denkleminden ibaret, kimisi için tasarruf etmek  ve para biriktirmek, kimisi için ise kariyerdi. Onlar konuştukça ben daha çok sustum. Armudun sapını üzümün çöpünü geçin, sevdim mi gözümü daldan sakınmam demedim. Para harcamak içindir, kariyer mutluluk vermez de demedim. Susmalara, söylememelere razı geldim.

Ancak bu suskuntuya dayanamıyor arada sırada mırıldanıyorum. Mırılmırılmırıl. Bazen bir sokak hayvanına bakıp merhaba diyor, bazen batmak üzere olan güneşi selamlayıp, bazen de durakta gördüğüm bir güzele şiir havalandırıyorum. Bazen de ingilizce konuşmayı bilmeyip yabancı muhabirle röportaj yapan taksim amca gibi geveliyorum "Heloğğğ" Sonrasında ise "Anlamadım?" şeklinde dediğimi yüksek sesle tekrarlamamı talep eden sorularla muhatap oluyorum. Halbuki bazen ben de anlamıyorum. Bir şeyler söyler gibi yapıp söylemiyorum, susmaya çalışıp susamıyorum. 

Tüm bu sorulardan sıkılıyor, çölde su kuyusu bulma umuduyla güzel bir şarkı mırıldanarak yol boyu yürüyorum. Yolda geçerken sadece sana değil başka misafirlere de ev sahipliği yapmış mavi kapılı evime denk geliyorum. Toz duman altında kalmış haline bakıyor ve şöyle bir püf desem tüm tozları, yılgınlıkları, karamsarlığı dışarı atabilir miyim acaba diye düşünmeden edemiyorum. Püfffffffff. Çocuklukta televizyonda izlediğimiz domuzların evini üfürerek yıkan kurt aklıma geliyor. Keşke her şey çocukluktaki gibi kolay kalsaydı değil mi? Püf dememizle hayatımızdaki tüm tozlar, isler yok olsaydı. Sanırım çocukluğumda da gündüz kaybettiğim elcik taso veya nesquick içerisinden çıkacak arabanın rengi gibi önemli dertlere düşüyordum. Tüm bunlarla zihnimi yorarken tüm bu tozu dumanı, debdebeyi kendi başına dinmesi için bırakıp çıkıyorum. Yılanların ve akreplerin, maviyi kırmızı olarak görüp ateş zannettiği için mavi kapılı evlere yaklaşmadıklarını öğrendiğimde maviye boyadığım kapıdan... İlk inşa ettiğimde uğursuzluk, huzursuzluk girmesin istedim içeri. Şimdi ise yeni birisi gelip bahar temizliği yapana kadar kaderine terk edilmiş durumda kalacak haline sessizce bakıyorum. 


Evet Begüm, geçen blogda dediğim gibi artık unutmaya başladığım sesinden "Mutlu ol Murat." dediğini hala hatırlıyorum. Ancak mutlu olmak ve mutlu etmek  üzere hazırladığım ve senin de bir kaç sefer yaşadığın o bildiğin mavi kapılı ev artık yok. Tüm bunlar için alınacak çok ders var ama ne kadar süredir ders alıyorum hatırlamıyorum artık. Seninle ilk karşılaşmamda 2+2 denklemini çözemezken ne ara diferansiyel denklemlerle uğraşır hale geldim bilmiyorum. Bitmek tükenmek bilmeyen, her seferinde öğrendiğimden daha zorunu önüme koyan bu derslerden bıktım sanırım. Öğrenmekten ve artık baş edemediğim sorulardan ziyade biraz da takıldığım yerleri birisine sormak istiyorum. Birinin bana öğretmenlik yapıp toplama çıkarma bilmeyen birisine tuğla gibi matematik kitaplarını anlatır gibi sabır ve şefkatle tüm bu baş edemediğim zorlukların, takılmaların çözümünü anlatmasını istiyorum... 

"Öğretmenim, tam bu noktada takıldım, beni benden alır mısınız acaba?" 

9 Şubat 2020 Pazar

Kar...

Lütfen diyordu bana bir koyun çizer misin? Şaşkınlıktan beyninden vurulmuştu pilot. Bana bir koyun çizin. Pilot elinden geldiğince bir koyun çizmişti... Diye başlıyordu küçük prens ile pilotun hikayesi.

"Evlenelim. Yarın kurumlarımızdan izin alıp en yakın zamanda evlenelim." diyordu karşımda oturan kız. Anlayamıyordum söylenen kelimeleri ama nöronlar alacağını almış ve beni daha beynim birşey anlamadan bana bir heyecan basmıştı. Aşk'a kimyasal bir süreç derler ve bendeki kimyasal süreç de tüm hızı ile başlamıştı. "Başka bir çarem yok, sanırım başka türlü evlenemem." diyordu henüz az önce söylenenleri idrak etmeme müsade etmeden. Şaşkınlıkla, şimdi olmadığını anladığım, ciddiyetini ölçmeye çalışıyordum. Gözlerindeki kararlılığı görmüştüm. Üstelik bu düşünceden benim kadar ürkmediği aşikardı. Ataerkil bu toplumda böyle bir adım atmaya hazır ve kararlı olduğunu sözlerini kesip dikkatlice cevabımı bekleyerek gösteriyordu. Ve aşk denen illeti teraziye vurabilseydik benim tarafımın açık ara baskın geleceği de aşikardı. Yine de benden gelecek cevabı bekleyen ve vereceğim tepkiyi ölçmek için her hareketimi dikkatle takip eden bir çift göz vardı karşımda. Çok uzun süre cevap vermezsem olmazdı kafasında bahaneleri kuruyor olurdu, eğer hızlı bir cevap verirsem de geçiştiriyor gibi görünürdüm. O an hızlıca cevabım için ne düşündüğüme odaklandım.  İşyerimin tabelası oturduğumuz yerden görünüyordu. Müdürden izin alsam mı diye düşündüm.  Nasıl, ne diyerek izin alacaktım ki?Hadi aldık diyelim hepi topu bir kaç gün sonra sol parmağımda yüzük ile kime ne açıklayacaktım? İkimize de yabancı bu şehirde evlenme fikri, hele hele böyle yaz dizisi senaryosu gibi bir şekilde, bir hayli uzak gelmişti bana. Bu düşüncelere dalarak boş gözlerle izlediğim tabeladan gözlerimi çektiğimde, karşımdaki gözlerde vereceğim cevabı anlayan bakışlar vardı. Evet o da biliyordu çok seviyordum, ve evet sanırım hayalimi gerçekleştirmekten bahsediyordu ama kendimce sebeplerle yapamayacağımı hissetmişti. Anlatmıştım herşeyin güzel olmasını istediğimi ve her şeyin zamanında, uygun olduğu şekilde güzel olduğunu... Şimdi anlıyorum yaptığım şekilcilikten başka bir şey değildi. Toplumun kurallarına uygun şekilde evlenmek istiyor ve bunu da haklı bir istek olarak görüyordum. Yüzünde bu teklifi yapmanın pişmanlığı ile haklısın demişti, en iyisi sanırım öyle yapmak...

Sonrası, dediği gibi oldu. Olmadı. O ılık akşamdan farklı, buz gibi bir gecede son kez sarılıp, yine son kez kendime iyi bakmamı söyleyişini sakince dinledim. Sarıldıktan sonra sadece kollarını indirip sarılma mesafesinde durduğundan dolayı bana bakmak için kaldırdığı yüzüne kar yağıyordu. Kardan yüzünü korumak için şemsiye gibi siper ettiğim elimden sızan sokak lambasının loş ışığı ile aydınlanan yüzüne baktım. Gözleri tıpkı benim yaptığım gibi yüzümü inceliyordu. Son sözlerimi söyledim, her ölen varlığın arkasından söylenen son sözlerden. Bol keşkeli ve kıymeti bilinmeyen güzel anlara ait pişmanlık dolu kelimelerle. Loş ışıkla iyice çökmüş gibi görünen yüzünde üzüntüden başka bir ifade göremiyordum. Yavaşça geriye bir kaç adım atarak benden uzaklaştı, bir şey daha söylemek için niyetlendi ama kelimeleri yerinde, kendinde bıraktı. Ben de kendimce konuşulacak bir şey kalmadığından, sözleri tüketmemizden dolayı, sormadım ne diyecektin diye. Sessizce yüzüme bakmadan kendine iyi bak dedikten sonra arkasını dönüp çıkmaya başladığı merdivenlerde henüz köşeyi dönmeden, yağan kardan dolayı artık onu göremez olmuştum. Merdiveni çıkmaya başlarken ki hızından çıkışını hesaplayıp, köşeyi döndüğüne kesin kanaat getirene kadar göremesem de o köşeye doğru baktım. Kar yağışından artık  görünmeyen o köşeye. Geri gelme umudu mu vardı içimde. Bilmiyordum. Ama bekliyordum orada. Zaman ve mekandan kendimi soyutlayarak, kar yağışının altında beklediğimi bilmeden. Bir aracın gelmesi ile yolun ortasında durduğumu fark edip, ne zamandır baktığımı bilmediğim merdivenlerden gözlerimi çekerek lapa lapa yağan kar'a aldırmadan küçük şehri dolaşmaya başladım. Başladım ancak keder şehirden büyüktü... Henüz düşünceleri toparlayamadan bir çırpıda tüm şehri dolaşıp bitirmiştim. Hatta tekrara düşmüştüm bir çok sokakta. Tekrar tekrar aynı hataları yaptığım gibi. O gün, o ılık akşamı düşünmüştüm içimi ısıtmak yerine daha da soğuması pahasına. Ya o gün müdüre iki satır mesaj yazıp izin alsaydım evrakları tamamlayıp imzaları atsaydık ne olurdu diye. Belki de sabah kalktığında gözlerindeki o kararlılık kalmayacaktı. Ama bu kararlılık nasıl giderdi, gözlerindeki o istek? Esasında düşününce acı şekilde aslında o sorgulayıp bitmez dediğim kararlılığın hiç olmadığını anlamıştım... Tüm bunları düşünürken kendi sokağıma geldiğimi fark ettim. Kötü aydınlatılmış sokağa doğru bakınca sadece mental olarak değil fiziksel olarak da yorgun olduğumu anlayıp usulca sokağa yöneldim. Pek kullanılmayan bir sokak olduğundan kimsenin geçmediği yolda kar daha taze ve yağdığı gibi duruyordu. İki dakika sonra dışarıdaki soğuğa nazire yaparcasına sıcak olan evde karşımdaki dağın üstünde bulunan anıta doğru bakıyordum. Bir hikayenin daha sonu gelmiş ve içimdekileri güzellikleri boşaltmaya başlamıştım. Bir hikayenin sonu, bir vazgeçişin başındaydım yine. Gözlerimi dışarıdan çekip, girerken ışıklarını açmadığım evin içine doğru baktım. Hayatım gibiydi. Issız ve karanlık...



Her kar yağışı bana seni hatırlatır...

8 Ocak 2020 Çarşamba

Bilirim Bir Kışa Hazırlanmayı

Selam Begüm. Gördüğün gibi sakin bir girizgah yapıyorum yazdıklarıma. Malumun olmak üzere zamanında sana seslenme konusunda yaşadığım zorluklar bu blogu yazmamı zorunlu kılıyordu. Bu yaşadığım tek zorunluluk değildi elbet. Her sene koca bir kış yaşamak gibi zorunluluklarım da var benim. Bilirsin kışı hiç sevmem ve yine bilirsin ki kışa hazırlığım her daim devam eder. Yaz ortasında zincirle yol almak gibidir benim kışlarım ne zaman çıkacağını hiç bilemem. 

Ben de bildiğin gibiyim, bitmeyen kışlarım ve bunun dışa vurumu depresyonlarım işte. Yine mi Murat diyeceksin şimdi. Evet Begüm yine. Kış işte daha ne olmasını bekliyorsun ki. Tüm kuzey yarım küre buz gibiyken sence benim içime bahar gelmesi mümkün mü? Koca yarım kürenin buz gibi kadınlarla dolu olmasının etkisinden bahsetmiyorum bile. İçimi ısıtmayan, buz gibi yapan kadınlardan. Hakkını yemeyelim bunlardan birisinin ısınayım diye bana atkı almışlığı da var ama sonra o atkı ile benim hayat damarıma düğüm atmaya çalışmasından bahsetmeyeceğim. Başıma örülen çoraplardan ve üşüyen ayaklarımdan da... Otuz beş yaşın kışında yalnız uyanılan sabahların "yeter lan yeter" hissi uyandırmasından da... Bakma bu yazdıklarıma ve yalnızlık olgusunu romantikleştirmeme. Romantiklik sadece yazıdan ibaret kaldı bende. Yoksa sabahın beş buçuğunda buz gibi yalnızlığın yüze çarpması gibi ayıltan başka bir şey yok adamı. 


Kış tüm kışkışlarıma rağmen çok fena Begüm. Tüm hışmıyla gelen soğuklar beni üşütünce ben de omuzlarımı dikeltip iki büklüm yürüyorum. Bu halimi görüp "Bir dahaki sefer daha sıkı giyin Murat" diyen sen ve diğer Begümler oldu. Herkese, hepsine buz gibi sakinlikle "Bir şey yok, iyiyim" diye cevap verdim. Soğuktan buz kesilip titreyen ellerimi yumruk yapıp pardesümün cebine koydum sonra. Ellerinin sıcak olduğunu söyleyen kadınlar da vardı ama yumruk yapmak daha çok işe yarıyordu. Bir çok sefer tecrübe ettiğim gibi... Şimdi ise, tüm bu tecrübeleri tekrar anladım, buz gibi kışın ortasında, yumruk şeklinde ellerim cebimde, buz gibi kadınların arasında yürürken... 



Şimdi tutalım bu diriliği artık. Zamanıdır.
Zamanıdır. Neredeyse kar başlar. Küçük kuşlar ölür.
Semerciler ve dilsizler ölür.
Seninle ben kalırız. Yeni bir yaşamaya. Gökler ve kentler ufalır. Seninle ben kalırız. O şarkı sanılanlar bir kavga halini alır. Neredeyse kar başlar. Birini düşünür gibi oluruz. 
Biliyorum ellerin de üşür. Biliyorum ama ısıtabilirsin onları. O ateşte. Hazırsın da. Biliyorum. Ama sana bir boyun atkısı gerek. Kış geldi.
(Turgut Uyar- Bilirim Bir Kışa Hazırlanmayı)