Kapısı mavi zili deniz diye devam eden Birsen Tezer şarkısıdır kendisi. Kimi dönemlerde şarkıların için boş gelir ya bir anlam taşımaz, haliyle içimizde de herhangi bir heyecan yaratmaz. Kimi zamanda ise serin bir yaz rüzgarı gibi içimizi rahatlatır, yaşama sevinci ile doldurur. Sanırım içimde bu sefer bu şarkıya karşı gelişecek şöyle bir şey vardı: Laz Müteahhit... Evet bu şarkıyı dinlememle birlikte içimdeki laz müteahhit kendini deşifre etti. Yeni bir duygu değil aslında. Daha önceden bir kaç ev inşa etmişliğim vardı ama şuanki konumuzdan ayrı hikayelerdi onlar. Ben de yine ve yeniden daha öncekiler gibi bir "acabalar" ile dolu olan yolculuğa koyuldum. Uzun süredir atıl durumda olan bir arsam vardı. Böyle genişçe, sahil kenarında. İnsanların en başta gidip yerleşmek için can atıp sonra sıkılıp terk ettiği bir yerde. Bence her şeye rağmen, kötü bir yer değildi. Sürekli gördüğümden biliyorum. Evet kimi zaman fırtınalı ama çoğu zaman sakin, huzur dolu bir yer. Kim bilir, belki de insanların kaçması fazla huzurlu olduğundan olabilir.
Neyse işin inşaat kısmına gelirsek, aynı resimdeki gibi kapısı mavi zili deniz olan bir ev yaptım kendimce. Önce taş ile ördüm duvarlarını yazın serin kışın sıcak olsun istedim. Gelen misafirin rahat etmesini istiyordum çünkü. İçine krem renkli bir şal koydum çok serin olursa sarılsın, üşümesin diye. Sıcak olunca serinlemek için açacağı pencerelerini maviye boyadım aynı deniz renginde. Kapalıyken bile baktığında sadece denizi görsün istedim. Boyasını bembeyaz yaptım içerisi hep aydınlık olsun sıkılmasın diye. Kendi ellerimle kedi resimli bir kupa da yaptım, denizin sesi ile mest olurken kahvesini yudumlayabilsin diye. İçine minderler, yastıklar koydum kahvesini rahat rahat yayıla yayıla içmesi için. Sonra beklemeye başladım evin sahibi gelip yerleşsin diye. Ancak ne gelen oldu ne de giden... Yinede her gün ev ilk yapıldığı gibi sıcacık, tertemiz dursun diye bıkmadan gidip temizlik yaptım. Duvarda her gün azimle oluşan örümcek ağlarını temizledim. Hiç kullanılmadığı halde is tutan ocağın bacasını temizleyip, etrafı güzelcene toparladım. Ancak ne yaparsam yapayım ilk günkü gibi olmuyordu. Her gelen gün geçenleri aratnaktaydı... Evin duvarları sarıya kaçıyor artık. Kupanın içi toz, baca ise is ile doldu. Gelse bir temizliğe bakar aslında ama bıraktım öylece.
Yine de bekliyor insan. Her sabah uyanınca heyecan ile koşarak "eve" gidiyorum. Bakıyorum geldi mi diye. Halbuki yağış mevsimi de geldi. Kuşlar da gidiyor vakitleri geldiği için. Onların gidişi "onun" gelişini müjdelemiyor muydu?
Aslında gerçeğe baktığımızda hiç gelmediği, muhtemelen de hiç gelmeyeceği bir yerde dönüşünü bekliyorum. Yine de her gün güneşin doğuşu ile ufuğa bakıyorum, bulutları görebilme umudu ile. Ve yine her gün eve gidiyorum gelmiştir diyerekten. Kim bilir, belki yarın yine yürüyerek gideceğim. Kısa bir süre sonra ise ayaklarımı sürüyerek... Sonrasında ise, ne bulutu ufukta ne de onu evde göremeyeceğimi bilerek istemeden, zoraki gideceğim, geldiğini gördüğümde ne yapacağımı bilmeden. Ta ki vazgeçeceğim güne kadar.
Diyeceğim o ki orada duruyor evi. İster istemez ona kalan bir şey ama her şeye rağmen, belki hiç gelmeyeceği o ev, yaşamaya değer, mutlu olacağı bir yer. Her neyse o düşüne dursun, ben içimdeki laz müteahhit'i susturmak için kendimle hesaplaşayım bi. Bu atıl yatırım öz kaynaklarımızdan ne götürmüş görmek istiyor da...
Diyeceğim o ki orada duruyor evi. İster istemez ona kalan bir şey ama her şeye rağmen, belki hiç gelmeyeceği o ev, yaşamaya değer, mutlu olacağı bir yer. Her neyse o düşüne dursun, ben içimdeki laz müteahhit'i susturmak için kendimle hesaplaşayım bi. Bu atıl yatırım öz kaynaklarımızdan ne götürmüş görmek istiyor da...