22 Eylül 2015 Salı

Kusmuklu Hikaye

İlkokulda öğretmenime aşıktım gençler. Her sabah koşa koşa okul heyecanından farklı, o zamanlar anlayamadığım bir heyecan ile okula gelir, bütün ders boyunca onu izlerdim. En dikkatli öğrencisiydim ben, her veli toplantısında dediği kadarıyla. Kestane renkli düz saçları (Evet gençler saçta bu renkten hoşlanıyore) sivri burnu, keskin hatlı yüzü ile bir tanrıça gibiydi benim için. 9 yaşında bir çocuk için sevdiğini etkilemenin pek yolu yoktur. Bende elimden gelenin en iyisini yaparak derslerim ile dikkatini çekmeye çalışırdım. Her ne kadar en başarılısı olmasam da ders konusunda güvendiği öğrencilerinden birisiydim. Benimle ilgilendiğinde çiçek gibi kokusu ile büyülenir hep kendimce "çok basit olmayan" sorularımı sorar benimle ilgilenmesi için elimden geleni yapardım. 

Ama ben ne kadar uğraşsam da beğenmediği özelliklerim de vardı. Mesela yazımı hiç beğenmez düzeltmem konusunda sürekli uyarırdı beni. Bu uyarıların yoğunlaştığı bir döneme sömestr tatili denk gelmişti ve hatırı sayılır uzunlukta ödev verilmişti bize. Bende bunu fırsata çevirip yazımı güzelleştirmeye karar verdim. Sabahları kalkar ödevimin taslağını çivi yazısından hallice yazım ile yazar sonrada o yazının tekrarını yazarken her harfin nasıl yazılırsa güzelleşeceğini bulmaya çalışırdım. O 15 gün içinde kalem tutmaktan çocuk ellerim nasır ile tanışmış, hiç oyun için bile dışarı çıkmamıştım. Ve o iki hafta çok hızlı geçti.  Öğretmenim yazımı gördüğünde şaşıracak beni tebriklere boğacaktı en azından bütün tatil boyunca bunu hayal etmiştim.

Nitekim tatil bitti ve ilk sabahtan okula gittim. O gün  hem okulun ilk günü hemde tatilde yapılan ödevlerin kontrolü ile yapılan ödevlerin ödül ve yapılmayanların ceza günüydü. Sıramda beklerken içim içime sığmıyordu yoklama için güzel sesi ile sesleniyor, sınıfta olan öğrencilerde cevap veriyordu. Sıra ödev kontrolüne geldiğinde heyecan tavan yapmıştı bende. Her öğrenci liste sırasına göre kalkıp gidiyor öğretmene yaptıklarını gösteriyordu. Sıra bana geldiğinde kendimden emin ama bir o kadar heyecan ile kalkıp defteri nazikçe önüne indirip yanına geçtim. Önce kısa bir süre yazılanlara baktı sonra bir şey arar gibi ileri ve geri sayfaları karıştırdı. Yüzünü inceliyordum, şaşkınlık değil daha çok öfke vardı yüzünde. Sonra ne olduğunu bile anlamadan yüzüme yıldırım gibi bir tokat yapıştırdı. "En güvendiğim öğrencimdin utanmıyor musun başkasına ödevini yaptırmaya" diye bağırdı tokatın peşi sıra. İlk kez bana böyle davranmıştı. "Benim yazım o öğretmenim" diyecektim sözüm diğer gelen tokat ile kesilmeseydi. Sonrasında tüm arkadaşlarım önünde nasıl bir sahtekar olduğumdan bahsetti. Diğerlerine göz dağı vererekten. 


Sırama geçemedim lavaboya gönderdi beni, tek başıma, girdiğim anda kustum oraya. Hayatımda ilk kez orada oldu bu olay. Okulda gün boyunca kustum hiç konuşmadım. Yapılan onca emeği bilen ve "öğretmenin beğendi mi ödevini" diye soran anneme bile doğruyu söyleyemedim beğendi dedim başka bir şey konuşmadım ve sadece kustum. İçimdeki kötülükleri değil, iyilikleri güzellikleri çıkardım dışarı. İçimde ona dair bir şey kalmayana kadar, ona karşı güzel hiçbir renk, iyiliğe dair bir şey kalmayana kadar artık sindirme olasılığım kalmayan tüm güzel hisleri durmadan kustum.. 

O günden sonra içime sinmeyen ne varsa kolayına kaçıp hiç uğraşmadan çıkardım içimden. Kusmama neden olanların yüzüne baktığımda, içimde en ufak bir iyilik kıpırtısı kalmayıncaya kadar, acımın kaynağını çıkarana kadar içimde ona dair ne varsa çıkardım. Kaderin cilvesi ya bu sefer ise hazmedemediğim şeyleri içime sığdırmaya çalışıyorum, bu çabama "emek" adını vererekten. Gittiği yere kadar hazmetmeye çalışacağım daha önce hazmedemediğim ve hazmetmek için uğraşmadığım ne varsa. Kısacası dostum, bana oradan bir soda uzatsana. 

7 Eylül 2015 Pazartesi

Begüm ile Bitmeyen Meselemiz

Kaç yıl oldu harbiden Begüm. Kaç bahar geçti, kaç kere yapraklarını döktü ağaçlar, baharın gelme umudu ile. Kaç sefer kuşlar umarsızca güneşin peşinden güneye uçtu, baharda geri gelmeyecekmiş gibi. Hatırlar mısın hayatımızda ilk karşılaştığımızda orta okuldaydık. Seninle aynı sınıfta, ancak farklı şubelerdeydik. Her sabah omuz hizası ile sıraya girer sınıfa gireceğimiz anı beklerdik. İşte o anlar benim için en önemli anlardı Begüm. Sıra sıra dizilmiş insanlar arasında gözlerim seni arardı. At kuyruğu şeklinde bağladığın saçlarını, zarif buğday rengi yüzünü diğer insanların arasında arardım. Ve her gün müdürün elde mikrofon bağır bağır ne anlattığını önemsemeden, insan kalabalığı arasında bulduğum o yüzü kaybetmemeye çalışır, en iyi görüş açısını bulmak için çabalardım. 

Bir süre sonra sende beni fark ettin, her tenefüste seni arayan gözlerim, C şubesine girmek için uğraşan benliğim senin dikkatini çekti sanırım. Arada olduğun yerde çaktırmadan eğilip bükülüp beni ararken yakalamaya başladım seni. Sonrasında, bakışmalar ile anlaşmaya başladık. Hiç konuşmaz, tenefüslerde karşılıklı banklara oturur sadece birbirimize bakardık. Birgün mucize gibi bir şey oldu ve bir derste A-B-C şubelerini karıştırıp 3 ayrı grup halinde ders vermeye karar verdiler. O zaman dua etmeyi pek bilmezdim, ondandır ki karnıma ağrılar girerek sınıf seçimini bekledim. Benim seçildiğim grupta olup olmadığını ders anında anlayacaktım ve o gün ders vakti geldiğinde direkt sınıfa gelmek yerine önce diğer iki sınıfa gittim. Seni, bizim sınıfa girip o an görmeme yerine diğer sınıflarda görmeyip umudumu devam ettirme yolunu seçtim. Nefesimi tutarak baktığım diğer iki sınıfta da yoktun. Kesinlik derecesine varan umudun vermiş olduğu aşk ile hızlı adımlarla sınıfıma girdim ve oradaydın. Arkan bana dönüktü, ince bedenin ve kestane renginde saçların ile oradaydın. Rastgele bir yere oturdum, ev sahibi sınıf öğrencisi olmama rağmen yabancılık çekerekten. Yapılan grup seçimleri ile aynı gruba düştük. O kadar mutluydum ki yuvarlak masa gibi yapılan sıralarda oturuyorduk yani genelde yüz yüzeydik hatırlar mısın? Ve aramızda bir şey oldu... "Hiç"bir şey. Konuşmuyordun benimle, ufak kaçamak bakışlar ile bakmak dışında birşey yapmıyordun. Görmüyor muydun nasıl üzgün olduğumu, her hafta bir ders sürelik olan o 35 dakikayı beklediğimi. Sanırım bilmiyordun ki çocukça tüm iletişim çabalarımı cevapsız bıraktın. Uzaktan uzaktan bakıp ortaokulu bitirip gittin. Belki hatırlıyorsundur beni, belki hala aklına geliyorumdur kırk yılda bir olsa da. Ama ben seni hiç unutmuyorum, hatta sen bana kendini unutturmuyorsun Begüm. Ne alaka deme bana! Bazen olur ki hayatına girdiğin insana beklediğinden fazla bir etki bırakırsın. Sen bana, hayatımın kıyısında olduğun sürece değil, kıyısında durup girmediğin hayatımdan çekip gittikten sonra o etkiyi bıraktın.



Daha önce başka bir blog yazımda daha demiştim ya hayatta ilkler unutulmaz, Hislerde de böyledir. Gelen olumsuz duygunun şiddeti ve yoğunluğu ne olursa olsun, o histeki duygu eşiğin düşük olduğundan küçük bir hadise sana bir felaket gibi gelir. Senin bana bu davranışını ihanet gibi düşünmem de bunun nedenidir. Sen gittikten sonra bilmediğim bu "gönül işleri" kategorisindeki duygular konusunda çok yanlış düşüncelere kapıldım. Yanlışları doğru, doğruları yanlış bildiğimi söyleyebilirim. O günden sonra hayatıma giren herkeste gördüğüm kötü özellikleri senin kötü olduğunu kabul ettiğim ama hakkında en ufak birşey bilmediğim karakterine yamadım. Kısacası sana haklı veya haksız bir şekilde bir rol verdim. Ve ondan sonra hep seni aradım Begüm. Seni bulmak için değil, senden uzaklaşmak için seni aradım. Yıllar içinde seni defalarca buldum. Her seferinde farklı bir suret ile karşıma çıktın ama bedenin içinde, hep o kestane renkli saçlarını lastik toka ile bağlayan küçük kızı buldum. "Ben reddederken senin yüzüne bakarsam ağlarım" diyerek beni karanlığa itip msn'den red eden kızda seni buldum. Her gece "iyi geceler" telefonu bahanesi ile ruhumu triplerinle törpüleyip, beni susan konuşmayan bir adam haline getiren, "Üniversite hayatı" yaşamak için beni bırakan, bir Allahaısmarladık demeden  damdan düşer gibi whatsapp'daki birkaç samimiyetsiz ileti ile 2 dakikada ayrılan insanda da seni buldum. Dedim ya hayatıma giren insanlarda az veya çok sen vardın. 

En son burada bu hayatımın son döneminde de yine ve yeniden sana denk geldim. Ve diyeceğim şu ki, senden bir kez daha vazgeçiyorum Begüm. Her tanıştığım, her içimde sıcaklık uyandıran insanla yaşadığım hikayenin sonunda ne yazık ki yine seni buluyorum. Biliyor musun yıllardır farklı bir insanla tanışmıyor gibiyim. Sanki dünya, karşıdakinin içinden geçenleri merak etmeyen, karşısındakinin ruhunu görmek, sevgiyi hissetmek için hiç bir şey yapmayanlarla yani "seninle" dolu. Küçük prens "Gülünü değerli kılan onun için harcadığın zamandır" der. Bir zaman harcamadan, uğraşmadan aşkı bulmanın peşindesin ve bu anlamsız amaç uğruna sevene sırtını dönmekten hiç çekinmiyorsun Begüm. Hiç merak etmiyor musun? Bu adam her sefer karşıma geldiğinde neden ısrarla ve tamamiyle bana içten davranıyor? Hiçbir getirisinin olmadığını görmesine rağmen. Yada neden tüm kartlarını açık bırakıyor? Blöf yapamayacak hale gelmesine sebep olma pahasına. Ya da neden gizem yaratmak için hiç uğraşmıyor da ilişki oyunlarıyla bir umut ışığı verip geri çekilmiyor? Üstümde hakimiyet kurmaya çalışmayıp gönlümde kendine bir yer arıyor? Hiç soruyor musun kendine? Ben söyleyeyim sevgili, bunlar senin gönlüne giden yollar. Ben senin gönlüne giden yolu aramıyorum, esasında ben sana gelmek istemiyorum. 

Kısacası hayata dair daha öğrenmen gereken çok şey var ey sevgili. Evet bana her uğradığında bende hayata dair senden çok şey öğrendim, genellikle insanlardan uzaklaşmayla sonuçlananlardan. 

Neyse, bence en azından şimdilik bu kadar begümiloji bilimi yeter bana. Son olarak bana gelirsek, şansımı denemeye devam edeceğim, hayat senin dışında bir insanla beni denk getirinceye kadar. Eminim ki bunca yazdıklarımdan sonra bile tek bir kelime anlamadın. Onun için yine sana kıyamayıp, alta gökten 3 elma düşüren cinsten Mevlana mesnevisi paylaşıyorum. Az bir sevgiye dair şeyler içeren bir yazı oku diye.

Bir gün bir aşık sevgilisinin kapısına gidip kapıyı çalar, sevgilisi içeriden seslenir: “Kim o?” 
Aşık cevap verir: “Ey yüce sevgili! Kapına gelen benim, ben” deyince sevgili; “Çekil git kapımdan. Sen daha olgunlaşmamışsın. Bu sofrada hamlara yer yok. Hem bu ev küçük, iki kişi sığmaz.” der.
Zavallı aşık çaresizce oradan ayrılıp. Bir yıl sevgilinin ayrılığına dayanıp dolaşıp durmuş. Bir sene sonra sevgilisinin kapısına gelip, heyecanla yine kapıyı çalmış. Sevgili içeriden :“Kimdir o?”. 
Çaresiz aşık perişan bir halde cevap verir: “Ey cana can katan sevgili! Kim o deme boşuna... Sensin sen" diye yanıtlar.
Bu sözü duyan sevgili, "Burası gönül evidir. İki kişi sığmaz buraya!” “Madem benim için kendinden geçip ben oldun, bende senim artık. Gel ey ben gir içeriye!" der.

Biraz daha benleşmeye ihtiyacın var Begüm. Bir gün yine bir yerde karşıma çıkacaksan bunu bil de gel...

5 Eylül 2015 Cumartesi

Aklımda Deli Sorular

Fark ettim ki nicedir, iyice içselsellileştirdiğim dünyama yolculuğa çıkmıyorum. Bunun üzerine, bu aralar küçük bir fırsat buldum ve fiziksel olarak biraz uzaklara kaçtım (Bununla ilgili yazıyı da en kısa sürede paylaşacağım canlar). Eski hayatım ile ilgili herşeye dönüş yaptım da diyebiliriz bu kaçışa. Eski hayat derken, aynı yatakta kalkıp, aynı rutin ile kahvalti yapıp gün içinde aynı şeyleri yapmaya devam etmekten bahsediyorum. Halbuki ben bu sıralanlaşmış eski hayatımdan kaçmamış mıydım?  Yeni bir hayat kurup, bu hayata güzel anlamlar katmak için yola çıkmamış mıydım? Dönüp baktığımda bu yolda ilerletmeye çalıştığım hayatımın tam istediğim kıvamı bulduğunu söyleyemeyeceğim. Aslında, polyannacılığa bile gerek olmadan, az bir optimist bakış açısı ile bile kötü bir noktada olmadığım rahatlıkla söylenebilir. Evet, seviyorum, hissediyorum hatta üzülebiliyorum da. Üzülme eşiğini gereksiz yere yükseltmiş birisi için yeri geldimi üzülebilmek bile yeterli bir teselli noktası haline geliyor. Bende küçük şeylerden teselli bulma konusunda komando eğitimi almadım mı zaten? 
Dedim ya bu hayatımdaki "mola" ile, sürekli kullandığım ama toparlamak için vakit bulamadığım iç odama kısa bir göz gezdirme olanağı buldum. Ara ara yaptığım gibi bu dönemde de bekar odası gibi kullanıyorum  o "odayı". Gelişi güzel kıyafetlerimi çıkarır gibi düşüncelerimi, kararsızlıklarımı  dağıtıyorum etrafa. Düşünmek istemediğim herşey o odada muhafaza ediliyor. Hayal kırıklıkları, olumsuzluklar, umutların bitme korkusu  ve bilimum tüm o "odaya layık" hisler. Ama orası da doluyor, içimize atacak yer de kalmıyor artık. 
Şöyle bakınca "harbiden ben bu koca odayı nasıl doldurdum" diye içten içe düşünüyor insan. Hatta bu sıralar sık sık gördüğüm reklamdaki gibi anlatayım -Hayat böyle yalnız olmamı nasıl sağlıyor? - İçim böyle nasıl kabarıyor? -Babam böyle ıssız bir adam yapmayı nereden öğrendi? Dr. Oetker'in bu halimle ilgisi var mı? Gibi gibi sal olup sele kapılmış, saykodeli sorular soruyorum kendime.


Hayata attığım bakış

Ancak umut etmeyi bırakmıyorum. İnsandır, umudunu bıraktığında sele kapılan, hayattan kopup yok olan. Ancak ne yazık ki umudun ötesinde yaşanacak şeylerde var bu hayatta. Umut etmek ayrı, olması ayrı bir durum yani. Üstüne koymak isteyip koyamadıklarıma, kıyamadığım insanların kıymasına o kadar alıştım ki. Yeri geldiğinde istemeden umudumu frenlemek için elimden geleni yapıyorum. İyi bir son için gözümü kapatsam da biliyorum ki hayat, filmler gibi değil. Filmden ziyade, başlayıp bitirmediğim blog yazıları, okunmayan kitaplar, yarım kalan hikayeler, sadece nakaratı hatırlanan şarkılar gibi bu hayat. Ancak az önce dediğim gibi insanlar hep misafir odasını görüyorlar. Evi sahiplenip kimsenin bilmediği o odaya gelen kimse olmadı henüz. Onun için insanların gördüğü, gülüp eğlenen, keyfi yerinde insan modellemesi tam gaz devam ediyor. Ancak tüm bu karamsarlık fırtınasına rağmen, gelecek güzel günlerin hatırına umut etmekten de, sevmekten de, gülmekten de vazgeçmiyorum. 

Yoksa nasıl akıl sağlığımızı koruyabiliriz değil mi Murat'ım?
- Ehe ehe aynen karşim ^^