22 Eylül 2015 Salı

Kusmuklu Hikaye

İlkokulda öğretmenime aşıktım gençler. Her sabah koşa koşa okul heyecanından farklı, o zamanlar anlayamadığım bir heyecan ile okula gelir, bütün ders boyunca onu izlerdim. En dikkatli öğrencisiydim ben, her veli toplantısında dediği kadarıyla. Kestane renkli düz saçları (Evet gençler saçta bu renkten hoşlanıyore) sivri burnu, keskin hatlı yüzü ile bir tanrıça gibiydi benim için. 9 yaşında bir çocuk için sevdiğini etkilemenin pek yolu yoktur. Bende elimden gelenin en iyisini yaparak derslerim ile dikkatini çekmeye çalışırdım. Her ne kadar en başarılısı olmasam da ders konusunda güvendiği öğrencilerinden birisiydim. Benimle ilgilendiğinde çiçek gibi kokusu ile büyülenir hep kendimce "çok basit olmayan" sorularımı sorar benimle ilgilenmesi için elimden geleni yapardım. 

Ama ben ne kadar uğraşsam da beğenmediği özelliklerim de vardı. Mesela yazımı hiç beğenmez düzeltmem konusunda sürekli uyarırdı beni. Bu uyarıların yoğunlaştığı bir döneme sömestr tatili denk gelmişti ve hatırı sayılır uzunlukta ödev verilmişti bize. Bende bunu fırsata çevirip yazımı güzelleştirmeye karar verdim. Sabahları kalkar ödevimin taslağını çivi yazısından hallice yazım ile yazar sonrada o yazının tekrarını yazarken her harfin nasıl yazılırsa güzelleşeceğini bulmaya çalışırdım. O 15 gün içinde kalem tutmaktan çocuk ellerim nasır ile tanışmış, hiç oyun için bile dışarı çıkmamıştım. Ve o iki hafta çok hızlı geçti.  Öğretmenim yazımı gördüğünde şaşıracak beni tebriklere boğacaktı en azından bütün tatil boyunca bunu hayal etmiştim.

Nitekim tatil bitti ve ilk sabahtan okula gittim. O gün  hem okulun ilk günü hemde tatilde yapılan ödevlerin kontrolü ile yapılan ödevlerin ödül ve yapılmayanların ceza günüydü. Sıramda beklerken içim içime sığmıyordu yoklama için güzel sesi ile sesleniyor, sınıfta olan öğrencilerde cevap veriyordu. Sıra ödev kontrolüne geldiğinde heyecan tavan yapmıştı bende. Her öğrenci liste sırasına göre kalkıp gidiyor öğretmene yaptıklarını gösteriyordu. Sıra bana geldiğinde kendimden emin ama bir o kadar heyecan ile kalkıp defteri nazikçe önüne indirip yanına geçtim. Önce kısa bir süre yazılanlara baktı sonra bir şey arar gibi ileri ve geri sayfaları karıştırdı. Yüzünü inceliyordum, şaşkınlık değil daha çok öfke vardı yüzünde. Sonra ne olduğunu bile anlamadan yüzüme yıldırım gibi bir tokat yapıştırdı. "En güvendiğim öğrencimdin utanmıyor musun başkasına ödevini yaptırmaya" diye bağırdı tokatın peşi sıra. İlk kez bana böyle davranmıştı. "Benim yazım o öğretmenim" diyecektim sözüm diğer gelen tokat ile kesilmeseydi. Sonrasında tüm arkadaşlarım önünde nasıl bir sahtekar olduğumdan bahsetti. Diğerlerine göz dağı vererekten. 


Sırama geçemedim lavaboya gönderdi beni, tek başıma, girdiğim anda kustum oraya. Hayatımda ilk kez orada oldu bu olay. Okulda gün boyunca kustum hiç konuşmadım. Yapılan onca emeği bilen ve "öğretmenin beğendi mi ödevini" diye soran anneme bile doğruyu söyleyemedim beğendi dedim başka bir şey konuşmadım ve sadece kustum. İçimdeki kötülükleri değil, iyilikleri güzellikleri çıkardım dışarı. İçimde ona dair bir şey kalmayana kadar, ona karşı güzel hiçbir renk, iyiliğe dair bir şey kalmayana kadar artık sindirme olasılığım kalmayan tüm güzel hisleri durmadan kustum.. 

O günden sonra içime sinmeyen ne varsa kolayına kaçıp hiç uğraşmadan çıkardım içimden. Kusmama neden olanların yüzüne baktığımda, içimde en ufak bir iyilik kıpırtısı kalmayıncaya kadar, acımın kaynağını çıkarana kadar içimde ona dair ne varsa çıkardım. Kaderin cilvesi ya bu sefer ise hazmedemediğim şeyleri içime sığdırmaya çalışıyorum, bu çabama "emek" adını vererekten. Gittiği yere kadar hazmetmeye çalışacağım daha önce hazmedemediğim ve hazmetmek için uğraşmadığım ne varsa. Kısacası dostum, bana oradan bir soda uzatsana. 

7 Eylül 2015 Pazartesi

Begüm ile Bitmeyen Meselemiz

Kaç yıl oldu harbiden Begüm. Kaç bahar geçti, kaç kere yapraklarını döktü ağaçlar, baharın gelme umudu ile. Kaç sefer kuşlar umarsızca güneşin peşinden güneye uçtu, baharda geri gelmeyecekmiş gibi. Hatırlar mısın hayatımızda ilk karşılaştığımızda orta okuldaydık. Seninle aynı sınıfta, ancak farklı şubelerdeydik. Her sabah omuz hizası ile sıraya girer sınıfa gireceğimiz anı beklerdik. İşte o anlar benim için en önemli anlardı Begüm. Sıra sıra dizilmiş insanlar arasında gözlerim seni arardı. At kuyruğu şeklinde bağladığın saçlarını, zarif buğday rengi yüzünü diğer insanların arasında arardım. Ve her gün müdürün elde mikrofon bağır bağır ne anlattığını önemsemeden, insan kalabalığı arasında bulduğum o yüzü kaybetmemeye çalışır, en iyi görüş açısını bulmak için çabalardım. 

Bir süre sonra sende beni fark ettin, her tenefüste seni arayan gözlerim, C şubesine girmek için uğraşan benliğim senin dikkatini çekti sanırım. Arada olduğun yerde çaktırmadan eğilip bükülüp beni ararken yakalamaya başladım seni. Sonrasında, bakışmalar ile anlaşmaya başladık. Hiç konuşmaz, tenefüslerde karşılıklı banklara oturur sadece birbirimize bakardık. Birgün mucize gibi bir şey oldu ve bir derste A-B-C şubelerini karıştırıp 3 ayrı grup halinde ders vermeye karar verdiler. O zaman dua etmeyi pek bilmezdim, ondandır ki karnıma ağrılar girerek sınıf seçimini bekledim. Benim seçildiğim grupta olup olmadığını ders anında anlayacaktım ve o gün ders vakti geldiğinde direkt sınıfa gelmek yerine önce diğer iki sınıfa gittim. Seni, bizim sınıfa girip o an görmeme yerine diğer sınıflarda görmeyip umudumu devam ettirme yolunu seçtim. Nefesimi tutarak baktığım diğer iki sınıfta da yoktun. Kesinlik derecesine varan umudun vermiş olduğu aşk ile hızlı adımlarla sınıfıma girdim ve oradaydın. Arkan bana dönüktü, ince bedenin ve kestane renginde saçların ile oradaydın. Rastgele bir yere oturdum, ev sahibi sınıf öğrencisi olmama rağmen yabancılık çekerekten. Yapılan grup seçimleri ile aynı gruba düştük. O kadar mutluydum ki yuvarlak masa gibi yapılan sıralarda oturuyorduk yani genelde yüz yüzeydik hatırlar mısın? Ve aramızda bir şey oldu... "Hiç"bir şey. Konuşmuyordun benimle, ufak kaçamak bakışlar ile bakmak dışında birşey yapmıyordun. Görmüyor muydun nasıl üzgün olduğumu, her hafta bir ders sürelik olan o 35 dakikayı beklediğimi. Sanırım bilmiyordun ki çocukça tüm iletişim çabalarımı cevapsız bıraktın. Uzaktan uzaktan bakıp ortaokulu bitirip gittin. Belki hatırlıyorsundur beni, belki hala aklına geliyorumdur kırk yılda bir olsa da. Ama ben seni hiç unutmuyorum, hatta sen bana kendini unutturmuyorsun Begüm. Ne alaka deme bana! Bazen olur ki hayatına girdiğin insana beklediğinden fazla bir etki bırakırsın. Sen bana, hayatımın kıyısında olduğun sürece değil, kıyısında durup girmediğin hayatımdan çekip gittikten sonra o etkiyi bıraktın.



Daha önce başka bir blog yazımda daha demiştim ya hayatta ilkler unutulmaz, Hislerde de böyledir. Gelen olumsuz duygunun şiddeti ve yoğunluğu ne olursa olsun, o histeki duygu eşiğin düşük olduğundan küçük bir hadise sana bir felaket gibi gelir. Senin bana bu davranışını ihanet gibi düşünmem de bunun nedenidir. Sen gittikten sonra bilmediğim bu "gönül işleri" kategorisindeki duygular konusunda çok yanlış düşüncelere kapıldım. Yanlışları doğru, doğruları yanlış bildiğimi söyleyebilirim. O günden sonra hayatıma giren herkeste gördüğüm kötü özellikleri senin kötü olduğunu kabul ettiğim ama hakkında en ufak birşey bilmediğim karakterine yamadım. Kısacası sana haklı veya haksız bir şekilde bir rol verdim. Ve ondan sonra hep seni aradım Begüm. Seni bulmak için değil, senden uzaklaşmak için seni aradım. Yıllar içinde seni defalarca buldum. Her seferinde farklı bir suret ile karşıma çıktın ama bedenin içinde, hep o kestane renkli saçlarını lastik toka ile bağlayan küçük kızı buldum. "Ben reddederken senin yüzüne bakarsam ağlarım" diyerek beni karanlığa itip msn'den red eden kızda seni buldum. Her gece "iyi geceler" telefonu bahanesi ile ruhumu triplerinle törpüleyip, beni susan konuşmayan bir adam haline getiren, "Üniversite hayatı" yaşamak için beni bırakan, bir Allahaısmarladık demeden  damdan düşer gibi whatsapp'daki birkaç samimiyetsiz ileti ile 2 dakikada ayrılan insanda da seni buldum. Dedim ya hayatıma giren insanlarda az veya çok sen vardın. 

En son burada bu hayatımın son döneminde de yine ve yeniden sana denk geldim. Ve diyeceğim şu ki, senden bir kez daha vazgeçiyorum Begüm. Her tanıştığım, her içimde sıcaklık uyandıran insanla yaşadığım hikayenin sonunda ne yazık ki yine seni buluyorum. Biliyor musun yıllardır farklı bir insanla tanışmıyor gibiyim. Sanki dünya, karşıdakinin içinden geçenleri merak etmeyen, karşısındakinin ruhunu görmek, sevgiyi hissetmek için hiç bir şey yapmayanlarla yani "seninle" dolu. Küçük prens "Gülünü değerli kılan onun için harcadığın zamandır" der. Bir zaman harcamadan, uğraşmadan aşkı bulmanın peşindesin ve bu anlamsız amaç uğruna sevene sırtını dönmekten hiç çekinmiyorsun Begüm. Hiç merak etmiyor musun? Bu adam her sefer karşıma geldiğinde neden ısrarla ve tamamiyle bana içten davranıyor? Hiçbir getirisinin olmadığını görmesine rağmen. Yada neden tüm kartlarını açık bırakıyor? Blöf yapamayacak hale gelmesine sebep olma pahasına. Ya da neden gizem yaratmak için hiç uğraşmıyor da ilişki oyunlarıyla bir umut ışığı verip geri çekilmiyor? Üstümde hakimiyet kurmaya çalışmayıp gönlümde kendine bir yer arıyor? Hiç soruyor musun kendine? Ben söyleyeyim sevgili, bunlar senin gönlüne giden yollar. Ben senin gönlüne giden yolu aramıyorum, esasında ben sana gelmek istemiyorum. 

Kısacası hayata dair daha öğrenmen gereken çok şey var ey sevgili. Evet bana her uğradığında bende hayata dair senden çok şey öğrendim, genellikle insanlardan uzaklaşmayla sonuçlananlardan. 

Neyse, bence en azından şimdilik bu kadar begümiloji bilimi yeter bana. Son olarak bana gelirsek, şansımı denemeye devam edeceğim, hayat senin dışında bir insanla beni denk getirinceye kadar. Eminim ki bunca yazdıklarımdan sonra bile tek bir kelime anlamadın. Onun için yine sana kıyamayıp, alta gökten 3 elma düşüren cinsten Mevlana mesnevisi paylaşıyorum. Az bir sevgiye dair şeyler içeren bir yazı oku diye.

Bir gün bir aşık sevgilisinin kapısına gidip kapıyı çalar, sevgilisi içeriden seslenir: “Kim o?” 
Aşık cevap verir: “Ey yüce sevgili! Kapına gelen benim, ben” deyince sevgili; “Çekil git kapımdan. Sen daha olgunlaşmamışsın. Bu sofrada hamlara yer yok. Hem bu ev küçük, iki kişi sığmaz.” der.
Zavallı aşık çaresizce oradan ayrılıp. Bir yıl sevgilinin ayrılığına dayanıp dolaşıp durmuş. Bir sene sonra sevgilisinin kapısına gelip, heyecanla yine kapıyı çalmış. Sevgili içeriden :“Kimdir o?”. 
Çaresiz aşık perişan bir halde cevap verir: “Ey cana can katan sevgili! Kim o deme boşuna... Sensin sen" diye yanıtlar.
Bu sözü duyan sevgili, "Burası gönül evidir. İki kişi sığmaz buraya!” “Madem benim için kendinden geçip ben oldun, bende senim artık. Gel ey ben gir içeriye!" der.

Biraz daha benleşmeye ihtiyacın var Begüm. Bir gün yine bir yerde karşıma çıkacaksan bunu bil de gel...

5 Eylül 2015 Cumartesi

Aklımda Deli Sorular

Fark ettim ki nicedir, iyice içselsellileştirdiğim dünyama yolculuğa çıkmıyorum. Bunun üzerine, bu aralar küçük bir fırsat buldum ve fiziksel olarak biraz uzaklara kaçtım (Bununla ilgili yazıyı da en kısa sürede paylaşacağım canlar). Eski hayatım ile ilgili herşeye dönüş yaptım da diyebiliriz bu kaçışa. Eski hayat derken, aynı yatakta kalkıp, aynı rutin ile kahvalti yapıp gün içinde aynı şeyleri yapmaya devam etmekten bahsediyorum. Halbuki ben bu sıralanlaşmış eski hayatımdan kaçmamış mıydım?  Yeni bir hayat kurup, bu hayata güzel anlamlar katmak için yola çıkmamış mıydım? Dönüp baktığımda bu yolda ilerletmeye çalıştığım hayatımın tam istediğim kıvamı bulduğunu söyleyemeyeceğim. Aslında, polyannacılığa bile gerek olmadan, az bir optimist bakış açısı ile bile kötü bir noktada olmadığım rahatlıkla söylenebilir. Evet, seviyorum, hissediyorum hatta üzülebiliyorum da. Üzülme eşiğini gereksiz yere yükseltmiş birisi için yeri geldimi üzülebilmek bile yeterli bir teselli noktası haline geliyor. Bende küçük şeylerden teselli bulma konusunda komando eğitimi almadım mı zaten? 
Dedim ya bu hayatımdaki "mola" ile, sürekli kullandığım ama toparlamak için vakit bulamadığım iç odama kısa bir göz gezdirme olanağı buldum. Ara ara yaptığım gibi bu dönemde de bekar odası gibi kullanıyorum  o "odayı". Gelişi güzel kıyafetlerimi çıkarır gibi düşüncelerimi, kararsızlıklarımı  dağıtıyorum etrafa. Düşünmek istemediğim herşey o odada muhafaza ediliyor. Hayal kırıklıkları, olumsuzluklar, umutların bitme korkusu  ve bilimum tüm o "odaya layık" hisler. Ama orası da doluyor, içimize atacak yer de kalmıyor artık. 
Şöyle bakınca "harbiden ben bu koca odayı nasıl doldurdum" diye içten içe düşünüyor insan. Hatta bu sıralar sık sık gördüğüm reklamdaki gibi anlatayım -Hayat böyle yalnız olmamı nasıl sağlıyor? - İçim böyle nasıl kabarıyor? -Babam böyle ıssız bir adam yapmayı nereden öğrendi? Dr. Oetker'in bu halimle ilgisi var mı? Gibi gibi sal olup sele kapılmış, saykodeli sorular soruyorum kendime.


Hayata attığım bakış

Ancak umut etmeyi bırakmıyorum. İnsandır, umudunu bıraktığında sele kapılan, hayattan kopup yok olan. Ancak ne yazık ki umudun ötesinde yaşanacak şeylerde var bu hayatta. Umut etmek ayrı, olması ayrı bir durum yani. Üstüne koymak isteyip koyamadıklarıma, kıyamadığım insanların kıymasına o kadar alıştım ki. Yeri geldiğinde istemeden umudumu frenlemek için elimden geleni yapıyorum. İyi bir son için gözümü kapatsam da biliyorum ki hayat, filmler gibi değil. Filmden ziyade, başlayıp bitirmediğim blog yazıları, okunmayan kitaplar, yarım kalan hikayeler, sadece nakaratı hatırlanan şarkılar gibi bu hayat. Ancak az önce dediğim gibi insanlar hep misafir odasını görüyorlar. Evi sahiplenip kimsenin bilmediği o odaya gelen kimse olmadı henüz. Onun için insanların gördüğü, gülüp eğlenen, keyfi yerinde insan modellemesi tam gaz devam ediyor. Ancak tüm bu karamsarlık fırtınasına rağmen, gelecek güzel günlerin hatırına umut etmekten de, sevmekten de, gülmekten de vazgeçmiyorum. 

Yoksa nasıl akıl sağlığımızı koruyabiliriz değil mi Murat'ım?
- Ehe ehe aynen karşim ^^


31 Ağustos 2015 Pazartesi

Sonra Bir Ev Boyadım Sana...

Kapısı mavi zili deniz diye devam eden Birsen Tezer şarkısıdır kendisi. Kimi dönemlerde şarkıların için boş gelir ya bir anlam taşımaz, haliyle içimizde de herhangi bir heyecan yaratmaz. Kimi zamanda ise serin bir yaz rüzgarı gibi içimizi rahatlatır, yaşama sevinci ile doldurur. Sanırım içimde bu sefer bu şarkıya karşı gelişecek şöyle bir şey vardı: Laz Müteahhit... Evet bu şarkıyı dinlememle birlikte içimdeki laz müteahhit kendini deşifre etti. Yeni bir duygu değil aslında. Daha önceden bir kaç ev inşa etmişliğim vardı ama şuanki konumuzdan ayrı hikayelerdi onlar. Ben de yine ve yeniden daha öncekiler gibi bir "acabalar" ile dolu olan yolculuğa koyuldum. Uzun süredir atıl durumda olan bir arsam vardı. Böyle genişçe, sahil kenarında. İnsanların en başta gidip yerleşmek için can atıp sonra sıkılıp terk ettiği bir yerde. Bence her şeye rağmen, kötü bir yer değildi. Sürekli gördüğümden biliyorum. Evet kimi zaman fırtınalı ama çoğu zaman sakin, huzur dolu bir yer. Kim bilir, belki de insanların kaçması fazla huzurlu olduğundan olabilir.
Neyse işin inşaat kısmına gelirsek, aynı resimdeki gibi kapısı mavi zili deniz olan bir ev yaptım kendimce. Önce taş ile ördüm duvarlarını yazın serin kışın sıcak olsun istedim. Gelen misafirin rahat etmesini istiyordum çünkü. İçine krem renkli bir şal koydum çok serin olursa sarılsın, üşümesin diye. Sıcak olunca serinlemek için açacağı pencerelerini maviye boyadım aynı deniz renginde. Kapalıyken bile baktığında sadece denizi görsün istedim. Boyasını bembeyaz yaptım içerisi hep aydınlık olsun sıkılmasın diye. Kendi ellerimle kedi resimli bir kupa da yaptım, denizin sesi ile mest olurken kahvesini yudumlayabilsin diye. İçine minderler, yastıklar koydum kahvesini rahat rahat yayıla yayıla içmesi için. Sonra beklemeye başladım evin sahibi gelip yerleşsin diye. Ancak ne gelen oldu ne de giden... Yinede her gün ev ilk yapıldığı gibi sıcacık, tertemiz dursun diye bıkmadan gidip temizlik yaptım. Duvarda her gün azimle oluşan örümcek ağlarını temizledim. Hiç kullanılmadığı halde is tutan ocağın bacasını temizleyip, etrafı güzelcene toparladım. Ancak ne yaparsam yapayım ilk günkü gibi olmuyordu. Her gelen gün geçenleri aratnaktaydı... Evin duvarları sarıya kaçıyor artık. Kupanın içi toz, baca ise is ile doldu. Gelse bir temizliğe bakar aslında ama bıraktım öylece.



Yine de bekliyor insan. Her sabah uyanınca heyecan ile koşarak "eve" gidiyorum. Bakıyorum geldi mi diye. Halbuki yağış mevsimi de geldi. Kuşlar da gidiyor vakitleri geldiği için. Onların gidişi "onun" gelişini müjdelemiyor muydu? 

Aslında gerçeğe baktığımızda hiç gelmediği, muhtemelen de hiç gelmeyeceği bir yerde dönüşünü bekliyorum. Yine de her gün güneşin doğuşu ile ufuğa bakıyorum, bulutları görebilme umudu ile. Ve yine her gün eve gidiyorum gelmiştir diyerekten. Kim bilir, belki yarın yine yürüyerek gideceğim. Kısa bir süre sonra ise ayaklarımı sürüyerek... Sonrasında ise, ne bulutu ufukta ne de onu evde göremeyeceğimi bilerek istemeden, zoraki gideceğim, geldiğini gördüğümde ne yapacağımı bilmeden. Ta ki vazgeçeceğim güne kadar. 

Diyeceğim o ki orada duruyor evi. İster istemez ona kalan bir şey ama her şeye rağmen, belki hiç gelmeyeceği o ev, yaşamaya değer, mutlu olacağı bir yer. Her neyse o düşüne dursun, ben  içimdeki laz müteahhit'i susturmak için kendimle hesaplaşayım bi. Bu atıl yatırım öz kaynaklarımızdan ne götürmüş görmek istiyor da... 



28 Ağustos 2015 Cuma

Dostluk Üzerine Birkaç Satır...

İnsan bu, her gün yeni bir şey öğreniyor. Yaşıyoruz, tanıyoruz, seviyor, üzülüyor, hata yapıyoruz. Hayat ise yaptıklarımız ile bir şey öğrenip öğrenmediğimiz konusunda en ufak bir endişesi bulunmayan umursamaz bir öğretmen gibi dersini veriyor. Sınavı da var üstelik, acı-gözyaşı-üzüntü not sistemi ile değerlendirmeli. Bilmiyorum başarılı oluyor muyum ama ben de bu "hayat okulunda" kendime göre bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Kimi zaman ise aldığımız bu ders dostluğumuzu test edecek derecede oluyor.

Bir yerde okumuştum, "Dostlarını tanımak istiyorsan hata yap" yazıyordu. Her ne kadar, dostunu tanımak için böyle sadistçe yöntemlere gerek olmadığını düşünsem de, bu felsefenin düşünürüne buradan bir tebrik sallamayı kendime görev addediyorum.

- Murat!!! telefonumu niye suya attın! 
+ Bir dakika sakin olup nasıl hissettiğinle ilgili şu kısa anketi doldurabilir misin sevgili dostum ^^

Düşünce güzel olsa da, bunu reaksiyona geçirmeden de kefil olabileceklerimiz var hayatımızda. Bunun yanı sıra, yapılan hata ile birlikte karşındakinin ne kadar iyi olduğunu hatta olabileceğini de görüyorsun.(Sadizm karşıtları hadi bunu da açıklayın!) Hata üstüne hata yapıp resmen comboladığında bile durum değişmiyor. Yeri geldiğinde kırılsa bile gururunu bir yana bırakıp seninle ilgileniyor,seni koşulsuz önemsiyor. İşte dostluk denilen şey budur a dostlar! 

Eminim hepimizin çevresinde, "iyi ki hayatımda" diyebileceğimiz birisi veya birileri vardır. Kibirden arınmış, gurur yapmayan, üzüntün ile üzülen, derdini sevincini paylaştığın, candan,sevgi dolu,dosdoğru insanlardan bahsediyorum. Acabaların olmaz o insanla, aklında olan her şeyi konuşabilirsin. Yeri gelir utanmadan saçmalar, yeri gelir pervasızca üzüntünü dökersin göz yaşları ile birlikte. Birlikte vakit geçirmekten keyif alır, zamanın nasıl geçtiğini ise anlamazsın. Diyeceğim şu ki üzmeyelim bu güzel insanları. İnsani ilişkilerin borsa gibi inişli çıkışlı olduğu bu devirde böyle dostları kaybetmemek gerekiyor. (Çıkar ilişkisi kokusu geliyor mu size de?) Bazen istemeden üzüyoruz ama dedim ya hayat okul gibi. Ben ise öğrenen bir öğrenci.

Velhasılıkelam, mekanın veya zamanın ayıramayacağı bizi biz yapan insanlara sahibiz ve bu insanların hayatlarını keşfedilmeyi bekleyen bir dünya gibi düşünebiliriz. Evet dostların birbirinin hayatına etkisi süreklidir ancak, hayatımıza önem değeri daha farklı kategoride olan insanlar da giriyor. Kısacası, belki o dostunun dünyasındaki güneşi sen değilsin. Ancak o güneş batıp dostun karanlığa gömüldüğünde yolunu bulmasını sağlayan kutup yıldızı sensin. 
Biricik kuzey yıldızıma :) 

25 Ağustos 2015 Salı

Yalnızlık Sorunsalı


Yalnızlık ile sürdürmüş olduğum sadakate dayalı istikrarlı ilişkimiz tüm hızı ile devam etmekte. İstikrar ve yalnızlığı bir arada kullandıysam, biraz geniş düşünün, kısa süreli bir olay değil.30 yıldır süregelen bir rutinden bahsediyorum. (İşte istikrar dediğin böyle olmalı aferin oğlüşüme ^^) Aslına baktığımızda günümüzdeki insanların hayatı genelde şöyle devam ediyor. Öncelikle üniversite kazanılır ardından mezun olunup akabinde devlet memurluğu tercihen olmak üzere bir iş bulunur ve hayırlı bir kısmet ile baş göz edilir. Evet burada bohem hippiler gibi "Bize toplumun dayattığı kurallarla yüşümük üstümüyürüz" tarzı laflar etmeyeceğim. Düşündümde artık toplumun dayattığı kurallar ile yaşamak istiyorum lan! Ancak olmuyor okul-mezuniyet-iş prosesindeki tüm adımları harfiyen yerine getirmeme rağmen bir yerde bir hesap hatası oluşmuş durumda. Acaba sorun işte mi diye denemediğim meslek dalı kalmadı. Belki zengin kız fakir oğlan hikayesinden voleyi çakarız diye kasiyerlik de yaptım. Ancak zengin kızların attığı parayı havada kapmaya çalışarak, reflekslerimi geliştirmemden başka bir katkı sağlamadı bana. Sorun işte de değil. Acaba arada bir yerlerde zincir koptu ve ben Dr. Emmett Brown'ın şekil a'da gösterdiği gibi, okul-iş-evlilik çizgisinde bir yerlerde yaşayacaklarımın dışına mı  çıktım?



Tam da doğduğum tarihi gösteriyor iyi mi -_-

Evet bu yalnızlık ile yapacak bir şey bulamayıp kendi kendime blog yazıyorum. Sonraki level; eve kedi alıp, çektiğim resimleri ile facebook kapak ve profil resmimi süslemem. Az kaldı, kedi videoları paylaşıp, gizliden internetten sahiplendirme ilanlarına bakıyorum.

Sonuca gelirsek yalnızım. Durumum kötü değil, aslında çoğu zaman iyi bile sayılabilirim. Konuşuyor, arada bir şeyler yazıyorum. Umut dolu üç noktayla biten cümleler kuruyorum, devamı gelecekmişcesine. Bazı zamanlarda ise cümlelerin ardına nokta bile koymakta zorlanıyorum. En son birisi vardı, ben zorlandığımda nokta koymama yardımcı olabilecek. Ancak o da, soru işaretlerine boğup gitti beni. Kısacası iyiyim. Sağlıcakla.

Gökten üç nokta düştü...

23 Ağustos 2015 Pazar

Krep Bu Kızılötesi Yaralı Müzesi Hareket Edemem

Arada kafama eser işte böyle değişik şeyler yapmak. Bugün ise bu güzel pazar sabahında kemiklerim ağrıyana kadar yatıp keyif yapmak yerine sanki kurulmuş saat gibi erkenden inanılmaz bir krep isteği ile uyanıp akabinde krep yaptım. Ah ne özlemişim o lezzeti... Her neyse, krepli bir rüya sonrası aslında krep'in  hayatımda olmadığını görmenin yarattığı özlem ile yatağımdan kalktım. Yalnızlık başa bela, iş başa düştü deyip kendim hazırlamaya başladım. Tarifin içindekiler arasında bende bir tek süt yoktu. Neyse ki yoğurt var. Sonuçta o da sütten gelmiyor mu mirim? Velhasılıkelam karıştırdım, çırptım, pişirdim. Hamaratımsı? bir beceri ile 10 dakikada hazırladım ve  sonuç; tam istediğim gibi oldu. Yani olmadı... O mucizevi tadı da yoktu yerken ki neşesi de. Sadece oturdum yedim. Sıradanlaştırdığım için özürler dileyerek. 

Yapılması Gereken-Yapılan 

Aslında her yediğimizin bir hikayesi vardır. İlk nerede yedin,ne zaman kiminle yedin. Bezen o hikayenin silinmesi için ise hikayede geçen yemeği yeniden hunharca yemen gerekebilir. Evet dostum bu fedakarlığı yapıp o yemeği yeniden yemen gerekli! Kimi buna çivi çiviyi söker der. Ben ise kısaca "Mükerrer-ül hadise" diyorum. 

Düşündüm de sadece krep'i sıradanlaştırmaya, özlememeye çalışıyorum. Daha fazlası olmadığı için şanslıyım aslında. Hikayesi olan yemekler,anılar artsa hayatın tüm tatları da gitmez miydi? Mutlu olmak güzel ama, derine batmak gibi  bir şey be. Mutluluğun uzadıkça geri dönüşü de , silmesi de bir o kadar zor oluyor. Evet dostum ,bazen mutluluğun fazla sürmediği için de mutlu olman gerekebiliyor. Bu arada gıda zehirlenmesinin belirtileri arasında fazla polyannacılık var mıydı? Ayrıca krep tarifimi merak edenler internetten bakabilir. Tek fark süt yerine yarısı kadar yoğurt koyun. Afiyet olsun.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

O gemi bir gün gelecek

Bir umuttur yaşamak gençler. Hani hayatında olmasını istediğin yeni şeylerin hayalini kurarsın ya durmadan. Heh işte o hayallerinde ne varsa onlar bir geminin içindedir. O gemi bir gün mutlaka gelecek dersin. O gemide ismail abinin çoktan ölmüş babası da olabilir, giden sevgili de, platonik aşk da. Umudunu yitirmeden beklersin. Hayat bu olur ya kimi zaman ise sadece geminin gelmesini istersin. Koşulsuz şartsız kimin , neyin geleceğini önemsemeden. Gelen yok bari giden olmasın diye limanı yakmak üzeresindir çünkü. Etrafına baktığında herkesin bir bekleyeni olduğunu görürsün ancak senin bekleyenin yoktur, onun yerine sen bekliyorsundur. Gelmek bilmeyen gemiyi..