9 Şubat 2016 Salı

Galaktik Anadolu Kadını Arayısları

2011 yılıydı sanırım, "Herkesleştin" demiştim sana. İlk kez orada dile getirdim bu sözcüğü hatırlıyor musun Begüm. "Herkesleştin"... Daha önce hiç söylemediğim bir sözcükle karşına çıkmamın etkisini bekleyen beni, şaşılacak kadar sakin ve anlamaz bakışlarla karşıladın. Bu ne demek diye bile sormadın, soruların en basiti olan "nedeni" bile... Normal bir tepki vermekten uzak olan senin yerine, farklı birisini istedigimi evrene yeterince belirtmiştim halbuki. Mesela, bir anda yıldızlardan bahsedecek ve rüyalardan birisi. Hiçbir zaman Jüpiter'e gidemeyeceğimiz için üzülüp, bir kelebeğin peşine düşerek bu üzüntüsünden bir anda sıyrılabilecek birisi. Ama tüm bu evrene gönderilen mesajlardan sonra yine hep kaderime sen düştün Begüm. Ne yapmak istediğini, hatta benden ne istediğini bile bilmeyen sen... 


Hep Anadolu gibi bir kızım olması hayalimden bahsederdim hatırladın mı? Aslında öyle bir çocuk yetiştirecek Anadolu gibi bir kadın hayalinden başka birşey değildi bu isteğim. Anadolu gibi bir yanında soğuk rüzgarlar ve karlar varken bir yanında bahar ve insanın içini ısıtacak sıcaklığı olmalıydı. Karadeniz gibi kıyıları olmalı öfke dolu dalgaları ve beni bir kaç dalga ile boğmaya hazır kıyıları... Bir yani ise ölüdeniz gibi sakin ve güven veren olmalıydı. Kralların ve imparatorların, uğruna yüzyıllarca savaştığı Anadolu gibi olmalı ve İstanbul gibi fatihi tek olmalıydı. Çok şey istemiyorum aslında ama sorun şu ki, nasıl oluyor da bu topraklar kendisi gibi bir kadın yetiştiremiyor? Nirvanaya ulaşmaya çalışan rahipler gibi böyle bir kadın arayıp durdum ama bulunduğum sonuçlarda ve yaptığım tüm sağlamalarda karşıma hep sen çıkıyorsun. 
Üstelik kendimi korumaya imkan da bırakmıyor, Terminator filminde Sarah Connor'ı öldürmeye çalışan robot gibi hep farklı suretlerde karşıma çıkıyorsun. Üstelik yakınlaşana kadar da farkına varamıyorum, gelen felaketin sen olduğunu. Tüm bu olumsuzluklardan sonra seninle yetinmeye çalışan bana düşen ise, yıldızlara bakmayı bilmeyen ve Jüpitere gidemeyeceği için üzülmeyen sen oluyordun. B612'yi saymıyorum bile... En iyi ihtimal senden "selfie uygulaması" cevabını alacağım aşikardı.

Üstelik isteklerim bu denli açıkken, Turgut Uyar'ın Göğe Bakma Durağı'nı sosyal medyada fütursuzca paylaşıp, aksine bir gün olsun göğe bakmayan senin neden karşıma çıkma konusunda bu kadar ısrarlı olduğunu anlayamıyorum. Seni her seferinde bana gönderen evrenin beni yanlış anladığını düşünürdüm ama sanırım evren beni yanlış anlamıyor, ben onu yanlış tanıyorum. Evren sanırım bildiğim gibi sosyalist değil, evren kapitalist, evren acımasız. Her kapitalist gibi ihtiyacım olanı değil, kendi elinde fazla olanı gönderiyor hep. Çünkü kendisi de biliyor; yıldızları izleyip, kelebeklerin peşinde koşan o güzel kadınların ne kadar az olduğunu... 

30 Kasım 2015 Pazartesi

Uyuyamıyore

Nedendir bilmiyorum Begüm ama uyuyamıyorum. Bedenen yorgunluktan bitap düşmedikçe uykuya dalamıyorum. Uyuduğum zamanda da rahat değilim üstelik. Rüyalar ve tabi o rüyalar içinde sen varsın sürekli. Kah şehrine gelen otobüste yolcu, kah seni üniversitedeki sınavına yetiştirmeye çalışan şoför, kah seni iğrenç canavarlardan kurtaran kahraman bir asker. Bu rüya seanslarında rolüm sürekli değişiyor ancak sen hep aynı kalıyorsun. Beni seven, sıcaklığı ve verdiği güven ile apartman boyundaki canavarlarla mücadele etmemi sağlayan yarimsin hep. Tabi bu rüya silsilesinde bende gerekli mesajı alıyorum "Anca rüyanda görürsün!" 

Yetişemiyorum gönlümün çöpsüz üzümü, bu sıralar hayata yetişemiyorum. Sabahlara kadar oturuyorum senin için yaratıklarla mücadele etmemek ya da senin yanına gelmek uğruna 10 saat yolculuk çekmemek için. Ama sabahlar olmasın diyerek çıktığım bu yolda hiç birşey de yapamıyorum. Kitap okusam uykum gelir, hem uyumak için de saat çok geç sabah işe kalkamam, film de izleyemem izlersem sonunu getirememe endişesi var. Ancak ne yaparsam yapayım bu performansı en fazla bir gün sergileyebiliyorum. İkinci gün yine sen, aslında hiç olmayan sıcaklığın ile yanımda ben ise senden aldığım gaz ile yine sahalarda...


Bu rüya denizinin ortasında bambaşka korkularla da mücadele ediyorum. Evet seni canavarların elinden kurtaran o kahraman savaşçı korkuyor. Senden başka bir insanla karşılaşamayacağından, uçağa binmekten  ve gerçek bir sevgiyi hissetmeden ölmekten korkuyor. Peki yok mu bu yalnızlığın bir çaresi? Doktorum sen oldukça anladım ki yok bunun bir tedavisi. İnsanlar alabildiğince mutluyken ben hâlâ neden üzülüyorum anlamıyorum. Neden insanlar konuşurken bülbül gibi şakıyorda benim boğazımda gitmeyen bir düğüm var anlamıyorum. Doktorum sensin ve bu durum kanser gibi tüm benliğimi yiyip bitirirken sen her seferinde olduğu gibi bu halimi de görmezden geliyorsun.

Güzel insanlar var Begüm benim gibi uyuyamayan, şiir okuyan, okumakla kalmayıp şiir yazdıran. Leyla ile Mecnundaki leylalar var, Hayyamın şiirlerindeki kadınlar var. Varlar ve bunlar hakkında doyasıya konuşmak isterdim, evet seninle hiç bunları konuşmadık ve belli ki hiç bir zaman konuşmayacağız. Anlatmak isterdim, kırgınlıklardan bahsetmek isterdim. Rüyamda taşeron kahramanın olmak yerine sabahlara kadar konuşmak isterdim üzgün insanların üzüntüsü bitene, acı çeken insanların acısı dinene ve hayatta eksik kalan ne varsa tamamlanıncaya kadar... 

İşte bende bu aralar böyle debelenmelerdeyim minik kız. Benden yana eksik kalanları tamamlamakla uğraşıyorum. Aslında beni ben yapan şeyler bu eksiklikler. Her kelimem her hareketim beni ben yapıyor ama ben artık ben olmaktan sıkıldım. Sana gelecek olursak,  sende eksiksin ama bana uygun eksikler değil bunlar. Anahtar kilit gibi düşünebilirsin, ancak senin eksik olduğun yerde benim seni tamamlamam mümkün değil. Kısacası sen şu halinle hayatımda eksik kalsanda olur Begüm..

Her neyse uykum geldi benim, bugün uykuya direnmek yok direkt yanına geliyorum iki lafın belini kırarız, canavarlardan arta kalan vakitte...


2 Kasım 2015 Pazartesi

Uzak Diyarlarda Gezmece

Sık değişen içsel paradigmaların etkisiyle kendinden geçen ben, bu hafta yapmam gereken bir iş için bile olsa uzaklara doğru yol aldım. İşimiz olmadıkça bir yere kıpırdayacağımız olmadığından bir yere gidebilmemiz için az bir teşvik edecek iş olması gerekiyor. Yeni bir memleket görmekten daha çok yeni otobüs ikramları ile tanışmanın heyecanını yaşayan yurdum insanı olarak,  gayet memnun kaldığım bir yolculuk yaptığımı da söylemek isterim.

Ne yazık ki gördüğüm yerler, A noktasından B noktasına giderken ki yediklerim kadar etki etmedi bende. Hatta hayal kırıklığına bile uğradım diyebilirim. Uzun süredir görmek için can attığım yerlere (isim vermeyeceğim belki memleketçilik yapanlar vardır) gittiğimden dolayı, haliyle beklentiler de had safadaydı. Devil horn yaparak, dil dışarıda "Hell Yea!!" şeklinde karşıladığım memlekete bakınca ilk tepkim; "Deniz nerede lan O_o" şeklinde vukuu buldu. Çöl şehirleri gibi görünmeside cabasıydı. Bizim memleket aslında iyiymiş yaa şeklinde gereksiz geyik yapamama sebep oldu. Ardından aktarma yaptığım şehire doğru yol alırken, "Daha çok adıyamana benziyor buralar" (ardı arkası kesilmeyen "destek mesajlarına" Adıyamanlıların şikayet mailleride eklenecek -_-) deyişim ve dizilerde gördüğüm kişileri ve olayları umutsuzca arayışım olayı daha dramatikleştirdi. Kapadokyaya gidince ağalık entrikalar, Güneydoğuya gidince töre batağında çırpınan aşk üçgeni bulacağını sanan nadide yurdum insanı, haliyle gittiği her yerde aradığını bulamadan kös kös geri dönmeye mahkum kalıyor.  Esasında bu tatminsizliğin sebebide yine biziz. Gidip görmediğimiz yerlerin hakkında kulaktan duyma bilgilerle yargılamamızı yaptığımızda, gerçeklerle yüzleştiğimiz zaman hayal kırıklığına veya "Bu muydu yani" dememize sebep oluyor. Yine de beklentim ve hayal ettiklerim bulduklarımın bir hayli ötesinde olmasına rağmen, idare eder yerler olduğunu söyleyebilirim.


Bunun yanı sora gidip gördüğümüz yerler için insanları da sayabiliriz. Alakaya maydanoz demenize gerek yok sevgili okurum. Daha önceki blog yazılarımdan birinde bahsettiğim gibi her insanın kendine ait bir dünyası var. Hayatımıza giren insanlara tanıma isteği ile yaklaştığımızda, kimisinin çöl olduğunu düşündüğümüz iç dünyasının tam tersi güzellikte olduğuna hayret ederken, kimisinde ise dünyadaki cenneti bulacağımızı düşünürken bir çölün ortasında bulabiliyoruz kendimizi. Her şeye rağmen ne kadar kötü olursa olsun birisini tanımak güzel ve değişik bir tecrübe oluyor. Ancak siz yinede o tecrübeyi yaşamadan önce şöyle bir bakının, gezmeye değecek bir şey var mı diye.

D.N.: Konu Ağustostaki bir gezintiye dayanıyor çok oldu gideli ancak gözümden kaçıp taslak olarak kalmış. Daha önce bir yazımda atıf yapmıştım yazmadan bırakmak olmaz. Selametle..

26 Ekim 2015 Pazartesi

Renklerin İçinde

Bitti mi diye kendime soruyordum. Etrafıma baktığımda tek gördüğüm, bir dolu umuttu öylesine ortalıkta duran. Yakıtı bitmiş araç gibi orada duruyorlardı, beni bir yere götürme ihtimali olmadan. Ne yapacaktım peki ben onca içilmemiş kahveyi, söylenmemiş sevgi sözcüğünü, gidilmemiş yeri, tadılmamış lezzetleri... Hatırlamazsın bunları, bilmezsinde. Odada öyle bir şey yapmadan duruşumu da, tüm şehri karışlayışımı da görmedin çünkü. Nereden bileceksin sanki. Çok sokak gezdim ne aradığımı bilmeden, çok yüz inceledim hiç birisini görmeden. Çıkıp gitmek istiyordum şehirden ama ne takatim vardı ne de isteğim.
Sözleri tekrarlıyordum acaba söylenmedik bir şey kaldı mı diye? Oynat uğurcuğum pozisyonu tekrar görelim. Pozisyon temiz hocam, yapılacak bir şey yok bu durumda karar doğru... Euroka!!! diyebilme umudu ile tüm arşivi taradım işimi görecek bir açık bulabilme umudu ile, taradıkça içimin parçalanması pahasına.  Yoktu her şey tastamam eksiksizdi. Eğer, ilişki matematiği olsaydı, tüm işlemler ve bilinmeyenlerini tamamladığım mükemmel bir denklem oluşturmuştum. Ama ne yazık ki yoktu bu duruma ne mantık ne de açıklama.
Bende her "adamın" yapması gereken standart prosedürü uygulamaya koydum, kod "kırmızı" devredeydi artık. Çivi çiviyi söker dediler ama, çivi ancak diğer çiviyi daha derine iter bir gün yine karşıma çıkmak üzere. Yavaş yavaş sökmek gerekli. Acı ve zor oluyor ama bir gün bir ucu çıkıp seni yaralamıyor en azından. Ayrıca, üzüntünü de göstermeyeceksin, güçlü ol yani. Olamıyor musun? Sanki öyleymiş gibi görün. Acıdan nefes alamayacak gibi olduğunu fark ettiklerinde hıçkırık tuttu geçsin diye nefesimi tutuyorum dersin kim bilecek.
Tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler ya kişiye hava değişimi iyi gelir. Terk-i diyar eylememin en iyi izahı bu olsa gerek. Kpss'ye girdim ve kimseye söylemeden tercih yapıp atandım gidiyorum bu şehirden, hatırladın mı begüm? Küçücük köyden hallice bir şehire doğru sözde yeni bir sayfa açmak için bin kilometre yol alıyorum. Sıcak bir haziran gününde gece otobüsünde ilerliyorum hayallerimden uzaklaşmak için, son sürat. Terapi gibi düşün bunu, aydınlanıp geleceğim say. Her yolun bir hikayesi ve onu anlatan bir şarkısı olur ya bu seferki senin de çok sevdiğin bir parça...
Kulağımda kulaklık, karanlıkta ilerliyorum bilmediğim bir memlekete. Karanlıktayım ama kulağımda hep aynı cümle; Renklerin İçinde...



6 Ekim 2015 Salı

Çükübik vs Fikibok

Bazen bir uğraşın ortasında kalırsın ya hani şöyle bi durup düşünmeye, kendine bakmaya vaktin olmayan uğraşlardan. İşte dostum sana nacizane önerim: o zamanlarda bir süre durup soluklan. Merak etme uğraştığın her neyse zaten olacaksa olur. Klasik olacak ama su akar yolunu bulur. Asıl sen kendine bakmalı, şöyle bi durup nerede olduğunu görmelisin. Hiç mi merak etmiyorsun? Kim bilir sen kafanı kaldırmadan çabalarken nerelere gittin. Belki bir cennet bahçesine yol alıyorsundur, kim bilir alice harikalar diyarında bile olabilirsin. Öyleyse aynen kafayı önüne indirip yaptığın şeyi yapmaya devam et dostum. Kötü düşünmeyelim ama belkide uğraşın seni kötü bir yola doğru itiyor da olabilir ve farzı misal bu yoldan seni çekip kurtaracak kimse olmayacak. Mesela yani, olacağından değil de.  Ama sen yinede olmaz demeyecek, o saksıyı kaldırıp az bir etrafına bakınacaksın. Alt tarafı bir uğraş sanki ne olacak deme. Evet alt tarafı bir uğraş ama üst tarafı senin ruhun dostum. Emeğini harcatmayıp, kıymetini en başta sen bileceksin. Yoksa emeğin ile ruhunuda ayak altı edersin benden demesi.



Bazen de bulamadığın cevaplar olur tıpkı soramadığın sorular gibi. Aklına takılır durur kopamazsın, kopartamazsın. Halbuki koptuğu yerde bırakacaksındır ama gücün yetmez sende olduğu gibi bırakırsın. Kimi zaman bu sorular artık batar, cevabını bilirsin ama böyle bir sorun ile karşılaşmaktan tiksindiğinden vazgeçer görmezden gelirsin. Böyle yapman en güzelidir aslında, bir kenara ittiğin o kadar sorun vardır ki hayatında, dışarıdan şöyle bir kendine bir baktığında, koca bir dünyada küçük bir kağıt parçasına eğilip birşeyler yapmaya çalıştığını görürsün. O uğraşın sana bir getirisi olmayacağını da göreceğin gibi. O kağıt ile kendine bir yuva yapamazsın sadece bakıp bir süre eğleneceğin bir maket ev veya seni bir yerden bir başka yere götürmeyecek bir uçak veya seni deryalara sürükleyemeyecek kağıttan bir gemi yapabilirsin. Seni bunlar ne kadar mutlu edebilir ki? Emek edip bin bir uğraş ile yapmış olduğun o ev sana sıcaklık hissi verebilir mi yada o yere çakılmaya mahkum kağıt uçak seni uçurabilir mi? O geminin seni dalgalar arasında ilerletemeyeceğini söylememe de gerek yok sanırım. Onca emek sana mutsuzluktan, dalgalarda ilerleyen veya A noktasından B noktasına  bir kabin içinde savurularak da olsa uçan insanlara imrenmekten başka ne kazandırır ki? Kaybetmek için emek etmişsindir anlarsın ama çok geç olur dostum, onun içindir ki kafanı kaldır ve etrafına bak diyorum. İşte ozaman asıl büyük sorunları kaçırdığını fark edeceksin. Göreceksin ki hayatında cevaplanması gereken daha önemli sorular var; Çükübik mi? Fikibok mu?

Bu tarz yazı yazmamı isteyen kişiye gelsin :)

22 Eylül 2015 Salı

Kusmuklu Hikaye

İlkokulda öğretmenime aşıktım gençler. Her sabah koşa koşa okul heyecanından farklı, o zamanlar anlayamadığım bir heyecan ile okula gelir, bütün ders boyunca onu izlerdim. En dikkatli öğrencisiydim ben, her veli toplantısında dediği kadarıyla. Kestane renkli düz saçları (Evet gençler saçta bu renkten hoşlanıyore) sivri burnu, keskin hatlı yüzü ile bir tanrıça gibiydi benim için. 9 yaşında bir çocuk için sevdiğini etkilemenin pek yolu yoktur. Bende elimden gelenin en iyisini yaparak derslerim ile dikkatini çekmeye çalışırdım. Her ne kadar en başarılısı olmasam da ders konusunda güvendiği öğrencilerinden birisiydim. Benimle ilgilendiğinde çiçek gibi kokusu ile büyülenir hep kendimce "çok basit olmayan" sorularımı sorar benimle ilgilenmesi için elimden geleni yapardım. 

Ama ben ne kadar uğraşsam da beğenmediği özelliklerim de vardı. Mesela yazımı hiç beğenmez düzeltmem konusunda sürekli uyarırdı beni. Bu uyarıların yoğunlaştığı bir döneme sömestr tatili denk gelmişti ve hatırı sayılır uzunlukta ödev verilmişti bize. Bende bunu fırsata çevirip yazımı güzelleştirmeye karar verdim. Sabahları kalkar ödevimin taslağını çivi yazısından hallice yazım ile yazar sonrada o yazının tekrarını yazarken her harfin nasıl yazılırsa güzelleşeceğini bulmaya çalışırdım. O 15 gün içinde kalem tutmaktan çocuk ellerim nasır ile tanışmış, hiç oyun için bile dışarı çıkmamıştım. Ve o iki hafta çok hızlı geçti.  Öğretmenim yazımı gördüğünde şaşıracak beni tebriklere boğacaktı en azından bütün tatil boyunca bunu hayal etmiştim.

Nitekim tatil bitti ve ilk sabahtan okula gittim. O gün  hem okulun ilk günü hemde tatilde yapılan ödevlerin kontrolü ile yapılan ödevlerin ödül ve yapılmayanların ceza günüydü. Sıramda beklerken içim içime sığmıyordu yoklama için güzel sesi ile sesleniyor, sınıfta olan öğrencilerde cevap veriyordu. Sıra ödev kontrolüne geldiğinde heyecan tavan yapmıştı bende. Her öğrenci liste sırasına göre kalkıp gidiyor öğretmene yaptıklarını gösteriyordu. Sıra bana geldiğinde kendimden emin ama bir o kadar heyecan ile kalkıp defteri nazikçe önüne indirip yanına geçtim. Önce kısa bir süre yazılanlara baktı sonra bir şey arar gibi ileri ve geri sayfaları karıştırdı. Yüzünü inceliyordum, şaşkınlık değil daha çok öfke vardı yüzünde. Sonra ne olduğunu bile anlamadan yüzüme yıldırım gibi bir tokat yapıştırdı. "En güvendiğim öğrencimdin utanmıyor musun başkasına ödevini yaptırmaya" diye bağırdı tokatın peşi sıra. İlk kez bana böyle davranmıştı. "Benim yazım o öğretmenim" diyecektim sözüm diğer gelen tokat ile kesilmeseydi. Sonrasında tüm arkadaşlarım önünde nasıl bir sahtekar olduğumdan bahsetti. Diğerlerine göz dağı vererekten. 


Sırama geçemedim lavaboya gönderdi beni, tek başıma, girdiğim anda kustum oraya. Hayatımda ilk kez orada oldu bu olay. Okulda gün boyunca kustum hiç konuşmadım. Yapılan onca emeği bilen ve "öğretmenin beğendi mi ödevini" diye soran anneme bile doğruyu söyleyemedim beğendi dedim başka bir şey konuşmadım ve sadece kustum. İçimdeki kötülükleri değil, iyilikleri güzellikleri çıkardım dışarı. İçimde ona dair bir şey kalmayana kadar, ona karşı güzel hiçbir renk, iyiliğe dair bir şey kalmayana kadar artık sindirme olasılığım kalmayan tüm güzel hisleri durmadan kustum.. 

O günden sonra içime sinmeyen ne varsa kolayına kaçıp hiç uğraşmadan çıkardım içimden. Kusmama neden olanların yüzüne baktığımda, içimde en ufak bir iyilik kıpırtısı kalmayıncaya kadar, acımın kaynağını çıkarana kadar içimde ona dair ne varsa çıkardım. Kaderin cilvesi ya bu sefer ise hazmedemediğim şeyleri içime sığdırmaya çalışıyorum, bu çabama "emek" adını vererekten. Gittiği yere kadar hazmetmeye çalışacağım daha önce hazmedemediğim ve hazmetmek için uğraşmadığım ne varsa. Kısacası dostum, bana oradan bir soda uzatsana. 

7 Eylül 2015 Pazartesi

Begüm ile Bitmeyen Meselemiz

Kaç yıl oldu harbiden Begüm. Kaç bahar geçti, kaç kere yapraklarını döktü ağaçlar, baharın gelme umudu ile. Kaç sefer kuşlar umarsızca güneşin peşinden güneye uçtu, baharda geri gelmeyecekmiş gibi. Hatırlar mısın hayatımızda ilk karşılaştığımızda orta okuldaydık. Seninle aynı sınıfta, ancak farklı şubelerdeydik. Her sabah omuz hizası ile sıraya girer sınıfa gireceğimiz anı beklerdik. İşte o anlar benim için en önemli anlardı Begüm. Sıra sıra dizilmiş insanlar arasında gözlerim seni arardı. At kuyruğu şeklinde bağladığın saçlarını, zarif buğday rengi yüzünü diğer insanların arasında arardım. Ve her gün müdürün elde mikrofon bağır bağır ne anlattığını önemsemeden, insan kalabalığı arasında bulduğum o yüzü kaybetmemeye çalışır, en iyi görüş açısını bulmak için çabalardım. 

Bir süre sonra sende beni fark ettin, her tenefüste seni arayan gözlerim, C şubesine girmek için uğraşan benliğim senin dikkatini çekti sanırım. Arada olduğun yerde çaktırmadan eğilip bükülüp beni ararken yakalamaya başladım seni. Sonrasında, bakışmalar ile anlaşmaya başladık. Hiç konuşmaz, tenefüslerde karşılıklı banklara oturur sadece birbirimize bakardık. Birgün mucize gibi bir şey oldu ve bir derste A-B-C şubelerini karıştırıp 3 ayrı grup halinde ders vermeye karar verdiler. O zaman dua etmeyi pek bilmezdim, ondandır ki karnıma ağrılar girerek sınıf seçimini bekledim. Benim seçildiğim grupta olup olmadığını ders anında anlayacaktım ve o gün ders vakti geldiğinde direkt sınıfa gelmek yerine önce diğer iki sınıfa gittim. Seni, bizim sınıfa girip o an görmeme yerine diğer sınıflarda görmeyip umudumu devam ettirme yolunu seçtim. Nefesimi tutarak baktığım diğer iki sınıfta da yoktun. Kesinlik derecesine varan umudun vermiş olduğu aşk ile hızlı adımlarla sınıfıma girdim ve oradaydın. Arkan bana dönüktü, ince bedenin ve kestane renginde saçların ile oradaydın. Rastgele bir yere oturdum, ev sahibi sınıf öğrencisi olmama rağmen yabancılık çekerekten. Yapılan grup seçimleri ile aynı gruba düştük. O kadar mutluydum ki yuvarlak masa gibi yapılan sıralarda oturuyorduk yani genelde yüz yüzeydik hatırlar mısın? Ve aramızda bir şey oldu... "Hiç"bir şey. Konuşmuyordun benimle, ufak kaçamak bakışlar ile bakmak dışında birşey yapmıyordun. Görmüyor muydun nasıl üzgün olduğumu, her hafta bir ders sürelik olan o 35 dakikayı beklediğimi. Sanırım bilmiyordun ki çocukça tüm iletişim çabalarımı cevapsız bıraktın. Uzaktan uzaktan bakıp ortaokulu bitirip gittin. Belki hatırlıyorsundur beni, belki hala aklına geliyorumdur kırk yılda bir olsa da. Ama ben seni hiç unutmuyorum, hatta sen bana kendini unutturmuyorsun Begüm. Ne alaka deme bana! Bazen olur ki hayatına girdiğin insana beklediğinden fazla bir etki bırakırsın. Sen bana, hayatımın kıyısında olduğun sürece değil, kıyısında durup girmediğin hayatımdan çekip gittikten sonra o etkiyi bıraktın.



Daha önce başka bir blog yazımda daha demiştim ya hayatta ilkler unutulmaz, Hislerde de böyledir. Gelen olumsuz duygunun şiddeti ve yoğunluğu ne olursa olsun, o histeki duygu eşiğin düşük olduğundan küçük bir hadise sana bir felaket gibi gelir. Senin bana bu davranışını ihanet gibi düşünmem de bunun nedenidir. Sen gittikten sonra bilmediğim bu "gönül işleri" kategorisindeki duygular konusunda çok yanlış düşüncelere kapıldım. Yanlışları doğru, doğruları yanlış bildiğimi söyleyebilirim. O günden sonra hayatıma giren herkeste gördüğüm kötü özellikleri senin kötü olduğunu kabul ettiğim ama hakkında en ufak birşey bilmediğim karakterine yamadım. Kısacası sana haklı veya haksız bir şekilde bir rol verdim. Ve ondan sonra hep seni aradım Begüm. Seni bulmak için değil, senden uzaklaşmak için seni aradım. Yıllar içinde seni defalarca buldum. Her seferinde farklı bir suret ile karşıma çıktın ama bedenin içinde, hep o kestane renkli saçlarını lastik toka ile bağlayan küçük kızı buldum. "Ben reddederken senin yüzüne bakarsam ağlarım" diyerek beni karanlığa itip msn'den red eden kızda seni buldum. Her gece "iyi geceler" telefonu bahanesi ile ruhumu triplerinle törpüleyip, beni susan konuşmayan bir adam haline getiren, "Üniversite hayatı" yaşamak için beni bırakan, bir Allahaısmarladık demeden  damdan düşer gibi whatsapp'daki birkaç samimiyetsiz ileti ile 2 dakikada ayrılan insanda da seni buldum. Dedim ya hayatıma giren insanlarda az veya çok sen vardın. 

En son burada bu hayatımın son döneminde de yine ve yeniden sana denk geldim. Ve diyeceğim şu ki, senden bir kez daha vazgeçiyorum Begüm. Her tanıştığım, her içimde sıcaklık uyandıran insanla yaşadığım hikayenin sonunda ne yazık ki yine seni buluyorum. Biliyor musun yıllardır farklı bir insanla tanışmıyor gibiyim. Sanki dünya, karşıdakinin içinden geçenleri merak etmeyen, karşısındakinin ruhunu görmek, sevgiyi hissetmek için hiç bir şey yapmayanlarla yani "seninle" dolu. Küçük prens "Gülünü değerli kılan onun için harcadığın zamandır" der. Bir zaman harcamadan, uğraşmadan aşkı bulmanın peşindesin ve bu anlamsız amaç uğruna sevene sırtını dönmekten hiç çekinmiyorsun Begüm. Hiç merak etmiyor musun? Bu adam her sefer karşıma geldiğinde neden ısrarla ve tamamiyle bana içten davranıyor? Hiçbir getirisinin olmadığını görmesine rağmen. Yada neden tüm kartlarını açık bırakıyor? Blöf yapamayacak hale gelmesine sebep olma pahasına. Ya da neden gizem yaratmak için hiç uğraşmıyor da ilişki oyunlarıyla bir umut ışığı verip geri çekilmiyor? Üstümde hakimiyet kurmaya çalışmayıp gönlümde kendine bir yer arıyor? Hiç soruyor musun kendine? Ben söyleyeyim sevgili, bunlar senin gönlüne giden yollar. Ben senin gönlüne giden yolu aramıyorum, esasında ben sana gelmek istemiyorum. 

Kısacası hayata dair daha öğrenmen gereken çok şey var ey sevgili. Evet bana her uğradığında bende hayata dair senden çok şey öğrendim, genellikle insanlardan uzaklaşmayla sonuçlananlardan. 

Neyse, bence en azından şimdilik bu kadar begümiloji bilimi yeter bana. Son olarak bana gelirsek, şansımı denemeye devam edeceğim, hayat senin dışında bir insanla beni denk getirinceye kadar. Eminim ki bunca yazdıklarımdan sonra bile tek bir kelime anlamadın. Onun için yine sana kıyamayıp, alta gökten 3 elma düşüren cinsten Mevlana mesnevisi paylaşıyorum. Az bir sevgiye dair şeyler içeren bir yazı oku diye.

Bir gün bir aşık sevgilisinin kapısına gidip kapıyı çalar, sevgilisi içeriden seslenir: “Kim o?” 
Aşık cevap verir: “Ey yüce sevgili! Kapına gelen benim, ben” deyince sevgili; “Çekil git kapımdan. Sen daha olgunlaşmamışsın. Bu sofrada hamlara yer yok. Hem bu ev küçük, iki kişi sığmaz.” der.
Zavallı aşık çaresizce oradan ayrılıp. Bir yıl sevgilinin ayrılığına dayanıp dolaşıp durmuş. Bir sene sonra sevgilisinin kapısına gelip, heyecanla yine kapıyı çalmış. Sevgili içeriden :“Kimdir o?”. 
Çaresiz aşık perişan bir halde cevap verir: “Ey cana can katan sevgili! Kim o deme boşuna... Sensin sen" diye yanıtlar.
Bu sözü duyan sevgili, "Burası gönül evidir. İki kişi sığmaz buraya!” “Madem benim için kendinden geçip ben oldun, bende senim artık. Gel ey ben gir içeriye!" der.

Biraz daha benleşmeye ihtiyacın var Begüm. Bir gün yine bir yerde karşıma çıkacaksan bunu bil de gel...

5 Eylül 2015 Cumartesi

Aklımda Deli Sorular

Fark ettim ki nicedir, iyice içselsellileştirdiğim dünyama yolculuğa çıkmıyorum. Bunun üzerine, bu aralar küçük bir fırsat buldum ve fiziksel olarak biraz uzaklara kaçtım (Bununla ilgili yazıyı da en kısa sürede paylaşacağım canlar). Eski hayatım ile ilgili herşeye dönüş yaptım da diyebiliriz bu kaçışa. Eski hayat derken, aynı yatakta kalkıp, aynı rutin ile kahvalti yapıp gün içinde aynı şeyleri yapmaya devam etmekten bahsediyorum. Halbuki ben bu sıralanlaşmış eski hayatımdan kaçmamış mıydım?  Yeni bir hayat kurup, bu hayata güzel anlamlar katmak için yola çıkmamış mıydım? Dönüp baktığımda bu yolda ilerletmeye çalıştığım hayatımın tam istediğim kıvamı bulduğunu söyleyemeyeceğim. Aslında, polyannacılığa bile gerek olmadan, az bir optimist bakış açısı ile bile kötü bir noktada olmadığım rahatlıkla söylenebilir. Evet, seviyorum, hissediyorum hatta üzülebiliyorum da. Üzülme eşiğini gereksiz yere yükseltmiş birisi için yeri geldimi üzülebilmek bile yeterli bir teselli noktası haline geliyor. Bende küçük şeylerden teselli bulma konusunda komando eğitimi almadım mı zaten? 
Dedim ya bu hayatımdaki "mola" ile, sürekli kullandığım ama toparlamak için vakit bulamadığım iç odama kısa bir göz gezdirme olanağı buldum. Ara ara yaptığım gibi bu dönemde de bekar odası gibi kullanıyorum  o "odayı". Gelişi güzel kıyafetlerimi çıkarır gibi düşüncelerimi, kararsızlıklarımı  dağıtıyorum etrafa. Düşünmek istemediğim herşey o odada muhafaza ediliyor. Hayal kırıklıkları, olumsuzluklar, umutların bitme korkusu  ve bilimum tüm o "odaya layık" hisler. Ama orası da doluyor, içimize atacak yer de kalmıyor artık. 
Şöyle bakınca "harbiden ben bu koca odayı nasıl doldurdum" diye içten içe düşünüyor insan. Hatta bu sıralar sık sık gördüğüm reklamdaki gibi anlatayım -Hayat böyle yalnız olmamı nasıl sağlıyor? - İçim böyle nasıl kabarıyor? -Babam böyle ıssız bir adam yapmayı nereden öğrendi? Dr. Oetker'in bu halimle ilgisi var mı? Gibi gibi sal olup sele kapılmış, saykodeli sorular soruyorum kendime.


Hayata attığım bakış

Ancak umut etmeyi bırakmıyorum. İnsandır, umudunu bıraktığında sele kapılan, hayattan kopup yok olan. Ancak ne yazık ki umudun ötesinde yaşanacak şeylerde var bu hayatta. Umut etmek ayrı, olması ayrı bir durum yani. Üstüne koymak isteyip koyamadıklarıma, kıyamadığım insanların kıymasına o kadar alıştım ki. Yeri geldiğinde istemeden umudumu frenlemek için elimden geleni yapıyorum. İyi bir son için gözümü kapatsam da biliyorum ki hayat, filmler gibi değil. Filmden ziyade, başlayıp bitirmediğim blog yazıları, okunmayan kitaplar, yarım kalan hikayeler, sadece nakaratı hatırlanan şarkılar gibi bu hayat. Ancak az önce dediğim gibi insanlar hep misafir odasını görüyorlar. Evi sahiplenip kimsenin bilmediği o odaya gelen kimse olmadı henüz. Onun için insanların gördüğü, gülüp eğlenen, keyfi yerinde insan modellemesi tam gaz devam ediyor. Ancak tüm bu karamsarlık fırtınasına rağmen, gelecek güzel günlerin hatırına umut etmekten de, sevmekten de, gülmekten de vazgeçmiyorum. 

Yoksa nasıl akıl sağlığımızı koruyabiliriz değil mi Murat'ım?
- Ehe ehe aynen karşim ^^


31 Ağustos 2015 Pazartesi

Sonra Bir Ev Boyadım Sana...

Kapısı mavi zili deniz diye devam eden Birsen Tezer şarkısıdır kendisi. Kimi dönemlerde şarkıların için boş gelir ya bir anlam taşımaz, haliyle içimizde de herhangi bir heyecan yaratmaz. Kimi zamanda ise serin bir yaz rüzgarı gibi içimizi rahatlatır, yaşama sevinci ile doldurur. Sanırım içimde bu sefer bu şarkıya karşı gelişecek şöyle bir şey vardı: Laz Müteahhit... Evet bu şarkıyı dinlememle birlikte içimdeki laz müteahhit kendini deşifre etti. Yeni bir duygu değil aslında. Daha önceden bir kaç ev inşa etmişliğim vardı ama şuanki konumuzdan ayrı hikayelerdi onlar. Ben de yine ve yeniden daha öncekiler gibi bir "acabalar" ile dolu olan yolculuğa koyuldum. Uzun süredir atıl durumda olan bir arsam vardı. Böyle genişçe, sahil kenarında. İnsanların en başta gidip yerleşmek için can atıp sonra sıkılıp terk ettiği bir yerde. Bence her şeye rağmen, kötü bir yer değildi. Sürekli gördüğümden biliyorum. Evet kimi zaman fırtınalı ama çoğu zaman sakin, huzur dolu bir yer. Kim bilir, belki de insanların kaçması fazla huzurlu olduğundan olabilir.
Neyse işin inşaat kısmına gelirsek, aynı resimdeki gibi kapısı mavi zili deniz olan bir ev yaptım kendimce. Önce taş ile ördüm duvarlarını yazın serin kışın sıcak olsun istedim. Gelen misafirin rahat etmesini istiyordum çünkü. İçine krem renkli bir şal koydum çok serin olursa sarılsın, üşümesin diye. Sıcak olunca serinlemek için açacağı pencerelerini maviye boyadım aynı deniz renginde. Kapalıyken bile baktığında sadece denizi görsün istedim. Boyasını bembeyaz yaptım içerisi hep aydınlık olsun sıkılmasın diye. Kendi ellerimle kedi resimli bir kupa da yaptım, denizin sesi ile mest olurken kahvesini yudumlayabilsin diye. İçine minderler, yastıklar koydum kahvesini rahat rahat yayıla yayıla içmesi için. Sonra beklemeye başladım evin sahibi gelip yerleşsin diye. Ancak ne gelen oldu ne de giden... Yinede her gün ev ilk yapıldığı gibi sıcacık, tertemiz dursun diye bıkmadan gidip temizlik yaptım. Duvarda her gün azimle oluşan örümcek ağlarını temizledim. Hiç kullanılmadığı halde is tutan ocağın bacasını temizleyip, etrafı güzelcene toparladım. Ancak ne yaparsam yapayım ilk günkü gibi olmuyordu. Her gelen gün geçenleri aratnaktaydı... Evin duvarları sarıya kaçıyor artık. Kupanın içi toz, baca ise is ile doldu. Gelse bir temizliğe bakar aslında ama bıraktım öylece.



Yine de bekliyor insan. Her sabah uyanınca heyecan ile koşarak "eve" gidiyorum. Bakıyorum geldi mi diye. Halbuki yağış mevsimi de geldi. Kuşlar da gidiyor vakitleri geldiği için. Onların gidişi "onun" gelişini müjdelemiyor muydu? 

Aslında gerçeğe baktığımızda hiç gelmediği, muhtemelen de hiç gelmeyeceği bir yerde dönüşünü bekliyorum. Yine de her gün güneşin doğuşu ile ufuğa bakıyorum, bulutları görebilme umudu ile. Ve yine her gün eve gidiyorum gelmiştir diyerekten. Kim bilir, belki yarın yine yürüyerek gideceğim. Kısa bir süre sonra ise ayaklarımı sürüyerek... Sonrasında ise, ne bulutu ufukta ne de onu evde göremeyeceğimi bilerek istemeden, zoraki gideceğim, geldiğini gördüğümde ne yapacağımı bilmeden. Ta ki vazgeçeceğim güne kadar. 

Diyeceğim o ki orada duruyor evi. İster istemez ona kalan bir şey ama her şeye rağmen, belki hiç gelmeyeceği o ev, yaşamaya değer, mutlu olacağı bir yer. Her neyse o düşüne dursun, ben  içimdeki laz müteahhit'i susturmak için kendimle hesaplaşayım bi. Bu atıl yatırım öz kaynaklarımızdan ne götürmüş görmek istiyor da... 



28 Ağustos 2015 Cuma

Dostluk Üzerine Birkaç Satır...

İnsan bu, her gün yeni bir şey öğreniyor. Yaşıyoruz, tanıyoruz, seviyor, üzülüyor, hata yapıyoruz. Hayat ise yaptıklarımız ile bir şey öğrenip öğrenmediğimiz konusunda en ufak bir endişesi bulunmayan umursamaz bir öğretmen gibi dersini veriyor. Sınavı da var üstelik, acı-gözyaşı-üzüntü not sistemi ile değerlendirmeli. Bilmiyorum başarılı oluyor muyum ama ben de bu "hayat okulunda" kendime göre bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Kimi zaman ise aldığımız bu ders dostluğumuzu test edecek derecede oluyor.

Bir yerde okumuştum, "Dostlarını tanımak istiyorsan hata yap" yazıyordu. Her ne kadar, dostunu tanımak için böyle sadistçe yöntemlere gerek olmadığını düşünsem de, bu felsefenin düşünürüne buradan bir tebrik sallamayı kendime görev addediyorum.

- Murat!!! telefonumu niye suya attın! 
+ Bir dakika sakin olup nasıl hissettiğinle ilgili şu kısa anketi doldurabilir misin sevgili dostum ^^

Düşünce güzel olsa da, bunu reaksiyona geçirmeden de kefil olabileceklerimiz var hayatımızda. Bunun yanı sıra, yapılan hata ile birlikte karşındakinin ne kadar iyi olduğunu hatta olabileceğini de görüyorsun.(Sadizm karşıtları hadi bunu da açıklayın!) Hata üstüne hata yapıp resmen comboladığında bile durum değişmiyor. Yeri geldiğinde kırılsa bile gururunu bir yana bırakıp seninle ilgileniyor,seni koşulsuz önemsiyor. İşte dostluk denilen şey budur a dostlar! 

Eminim hepimizin çevresinde, "iyi ki hayatımda" diyebileceğimiz birisi veya birileri vardır. Kibirden arınmış, gurur yapmayan, üzüntün ile üzülen, derdini sevincini paylaştığın, candan,sevgi dolu,dosdoğru insanlardan bahsediyorum. Acabaların olmaz o insanla, aklında olan her şeyi konuşabilirsin. Yeri gelir utanmadan saçmalar, yeri gelir pervasızca üzüntünü dökersin göz yaşları ile birlikte. Birlikte vakit geçirmekten keyif alır, zamanın nasıl geçtiğini ise anlamazsın. Diyeceğim şu ki üzmeyelim bu güzel insanları. İnsani ilişkilerin borsa gibi inişli çıkışlı olduğu bu devirde böyle dostları kaybetmemek gerekiyor. (Çıkar ilişkisi kokusu geliyor mu size de?) Bazen istemeden üzüyoruz ama dedim ya hayat okul gibi. Ben ise öğrenen bir öğrenci.

Velhasılıkelam, mekanın veya zamanın ayıramayacağı bizi biz yapan insanlara sahibiz ve bu insanların hayatlarını keşfedilmeyi bekleyen bir dünya gibi düşünebiliriz. Evet dostların birbirinin hayatına etkisi süreklidir ancak, hayatımıza önem değeri daha farklı kategoride olan insanlar da giriyor. Kısacası, belki o dostunun dünyasındaki güneşi sen değilsin. Ancak o güneş batıp dostun karanlığa gömüldüğünde yolunu bulmasını sağlayan kutup yıldızı sensin. 
Biricik kuzey yıldızıma :) 

25 Ağustos 2015 Salı

Yalnızlık Sorunsalı


Yalnızlık ile sürdürmüş olduğum sadakate dayalı istikrarlı ilişkimiz tüm hızı ile devam etmekte. İstikrar ve yalnızlığı bir arada kullandıysam, biraz geniş düşünün, kısa süreli bir olay değil.30 yıldır süregelen bir rutinden bahsediyorum. (İşte istikrar dediğin böyle olmalı aferin oğlüşüme ^^) Aslına baktığımızda günümüzdeki insanların hayatı genelde şöyle devam ediyor. Öncelikle üniversite kazanılır ardından mezun olunup akabinde devlet memurluğu tercihen olmak üzere bir iş bulunur ve hayırlı bir kısmet ile baş göz edilir. Evet burada bohem hippiler gibi "Bize toplumun dayattığı kurallarla yüşümük üstümüyürüz" tarzı laflar etmeyeceğim. Düşündümde artık toplumun dayattığı kurallar ile yaşamak istiyorum lan! Ancak olmuyor okul-mezuniyet-iş prosesindeki tüm adımları harfiyen yerine getirmeme rağmen bir yerde bir hesap hatası oluşmuş durumda. Acaba sorun işte mi diye denemediğim meslek dalı kalmadı. Belki zengin kız fakir oğlan hikayesinden voleyi çakarız diye kasiyerlik de yaptım. Ancak zengin kızların attığı parayı havada kapmaya çalışarak, reflekslerimi geliştirmemden başka bir katkı sağlamadı bana. Sorun işte de değil. Acaba arada bir yerlerde zincir koptu ve ben Dr. Emmett Brown'ın şekil a'da gösterdiği gibi, okul-iş-evlilik çizgisinde bir yerlerde yaşayacaklarımın dışına mı  çıktım?



Tam da doğduğum tarihi gösteriyor iyi mi -_-

Evet bu yalnızlık ile yapacak bir şey bulamayıp kendi kendime blog yazıyorum. Sonraki level; eve kedi alıp, çektiğim resimleri ile facebook kapak ve profil resmimi süslemem. Az kaldı, kedi videoları paylaşıp, gizliden internetten sahiplendirme ilanlarına bakıyorum.

Sonuca gelirsek yalnızım. Durumum kötü değil, aslında çoğu zaman iyi bile sayılabilirim. Konuşuyor, arada bir şeyler yazıyorum. Umut dolu üç noktayla biten cümleler kuruyorum, devamı gelecekmişcesine. Bazı zamanlarda ise cümlelerin ardına nokta bile koymakta zorlanıyorum. En son birisi vardı, ben zorlandığımda nokta koymama yardımcı olabilecek. Ancak o da, soru işaretlerine boğup gitti beni. Kısacası iyiyim. Sağlıcakla.

Gökten üç nokta düştü...

23 Ağustos 2015 Pazar

Krep Bu Kızılötesi Yaralı Müzesi Hareket Edemem

Arada kafama eser işte böyle değişik şeyler yapmak. Bugün ise bu güzel pazar sabahında kemiklerim ağrıyana kadar yatıp keyif yapmak yerine sanki kurulmuş saat gibi erkenden inanılmaz bir krep isteği ile uyanıp akabinde krep yaptım. Ah ne özlemişim o lezzeti... Her neyse, krepli bir rüya sonrası aslında krep'in  hayatımda olmadığını görmenin yarattığı özlem ile yatağımdan kalktım. Yalnızlık başa bela, iş başa düştü deyip kendim hazırlamaya başladım. Tarifin içindekiler arasında bende bir tek süt yoktu. Neyse ki yoğurt var. Sonuçta o da sütten gelmiyor mu mirim? Velhasılıkelam karıştırdım, çırptım, pişirdim. Hamaratımsı? bir beceri ile 10 dakikada hazırladım ve  sonuç; tam istediğim gibi oldu. Yani olmadı... O mucizevi tadı da yoktu yerken ki neşesi de. Sadece oturdum yedim. Sıradanlaştırdığım için özürler dileyerek. 

Yapılması Gereken-Yapılan 

Aslında her yediğimizin bir hikayesi vardır. İlk nerede yedin,ne zaman kiminle yedin. Bezen o hikayenin silinmesi için ise hikayede geçen yemeği yeniden hunharca yemen gerekebilir. Evet dostum bu fedakarlığı yapıp o yemeği yeniden yemen gerekli! Kimi buna çivi çiviyi söker der. Ben ise kısaca "Mükerrer-ül hadise" diyorum. 

Düşündüm de sadece krep'i sıradanlaştırmaya, özlememeye çalışıyorum. Daha fazlası olmadığı için şanslıyım aslında. Hikayesi olan yemekler,anılar artsa hayatın tüm tatları da gitmez miydi? Mutlu olmak güzel ama, derine batmak gibi  bir şey be. Mutluluğun uzadıkça geri dönüşü de , silmesi de bir o kadar zor oluyor. Evet dostum ,bazen mutluluğun fazla sürmediği için de mutlu olman gerekebiliyor. Bu arada gıda zehirlenmesinin belirtileri arasında fazla polyannacılık var mıydı? Ayrıca krep tarifimi merak edenler internetten bakabilir. Tek fark süt yerine yarısı kadar yoğurt koyun. Afiyet olsun.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

O gemi bir gün gelecek

Bir umuttur yaşamak gençler. Hani hayatında olmasını istediğin yeni şeylerin hayalini kurarsın ya durmadan. Heh işte o hayallerinde ne varsa onlar bir geminin içindedir. O gemi bir gün mutlaka gelecek dersin. O gemide ismail abinin çoktan ölmüş babası da olabilir, giden sevgili de, platonik aşk da. Umudunu yitirmeden beklersin. Hayat bu olur ya kimi zaman ise sadece geminin gelmesini istersin. Koşulsuz şartsız kimin , neyin geleceğini önemsemeden. Gelen yok bari giden olmasın diye limanı yakmak üzeresindir çünkü. Etrafına baktığında herkesin bir bekleyeni olduğunu görürsün ancak senin bekleyenin yoktur, onun yerine sen bekliyorsundur. Gelmek bilmeyen gemiyi..