19 Şubat 2021 Cuma

Bir Veda Havası

Selam Begüm. Doğruyu söylemek gerekirse bu yazıyı yazacağım günü iple çekiyordum ve taslağını yıllar önce kafamda çıkarmıştım. Vakit tamamlandığında yazacak ve bavulumu kapatırken "Yayınla" tuşuna basıp, devasa  patlamayı arkasına alıp slowmotion ile yürüyen nikolas keyç gibi poz kesip ufukta doğmakta olan güneşe doğru yol alacaktım. Ancak, tüm bu holivuud usülü fantezilerimi gerçekleştiremedim yarim. O gün aklımda olanları bugün yazamadım. Kim bilir belki de Nikolas keyçlik sana yakışıyordu, benim payıma ise dönüp bakmadığın patlamalar kalıyordu.

Bugün, hiç istemediğimi defalarca söylediğim ama aslında çok istediğim birşeyden vazgeçeceğimi öğrendim. Sanırım buruk mutluluk nedir diye sorsalar  şekil-a  diye şu anki ruh halimi örnek olarak gösterirdim. Bu hissiyata alışkanlık mı demeli yoksa insanın içinde yer alan statükoyu koruma arzusu mu bilmiyorum nasıl tarif edeceğimi. Kısaca hayatta dediğimiz bu kitapta eski sayfayı kapatarak yeni bir sayfayı açmanın dayanılmaz ağrısı var üzerimde Begüm. 

Kapatmak üzere olduğum bu sayfayı bu yazıyı yazmamın tam 6 yıl 36 gün öncesinde, hatta şöyle daha çarpıcı söyleyeyim 2226 gün öncesinde yepyeni şekilde açmıştım önüme. Aslında sayfa değiştirmek hep zor gelmişti bana, uzun yollar ve bitmeyen baş ağrıları yaşatıyordu. Ancak ne olursa olsun, ne tür sancı yaşanırsa yaşansın sonuçta başarmıştım. Teknik resim masasına temiz sayfayı serip, masanın üstündeki kalem koymak için yapılmış oyuğa henüz açmış olduğum kalemleri özenle dizer gibi dizmiştim tüm umutları ve planları önüme. Elbette kolay olmayacağını biliyordum. Bazen duru bir su gibi akacaktı sayfaya çizdiklerim, bazen de bir volkan gibi taşacaktı hatalarım.  Belki de defalarca masanın bir kenarında duran silgime uzanacaktım tüm bu hatalarımı düzeltmek için. Nitekim herşeye hazırdım, elimden geldiğince iyi bir niyetle.

Seni ise tüm bu planların ve umutların içerisinde tam 2190 gün önce görmüştüm. Çatallı sesin ve güzel endamınla hayatımda yeni açtığım sayfaya henüz ilk paragraftan girmiştin. Roman yazmaya niyetliyken vazgeçip şiir yazmak istedim daha ilk dizeden giren senin için. Hiç şiir yazmışlığım da yoktu ama senin uğruna elimden geleni yaptım. Üstelik sadece sen yoktun bir çok güzel hikaye de biriktirdim bu 2226 gün içerisinde(onları da part2'de yazarım artık). Ve sanırım artık sonlanıyor Begüm. Seni ilk gördüğüm yeri, buluşma gününün heyecanından kabız olup sancılar içinde sana açıldığım ve artık kapalı olan kafeyi, işe giderken ayarlayarak sanki tesadüfmüş gibi karşılaşmamızı sağladığım köşeyi ve her sabah akşama kadar vakit geçirdiğim masaya ulaşmak için yarı uykulu girdiğim o çıkmaz sokağı yani sana dair bana son kalanları artık arkamda bırakıyorum. 

Hayata dair en garip fenomenlerden birisi de çocukluk arkadaşlarımızla son kez saklambaç oynadığımızı veya bir insanı son kez gördüğümüzü bilmeden bunları gerçekleştirmiş olmamızdır. Tıpkı çok sevdiğim Karagöl'e son kez gittiğimi ya da son kez Hopa'nın nemli havasını ciğerlerime çektiğimi bilmediğim gibi. Gittim ve son kez yaptım bunları. Tıpkı bunlar gibi son kez yaptığımı bilmediğim  ve tekrar yapmak istediğim sana dair şeyler de olduğu gibi. Tekrar seni Apart'ının önüne bırakıp, beraber yürüdüğümüz yoldan yine yürümeyi, son kez olsun aynı sofraya oturup, her gelişinde rahat edesin diye balkona kurduğum şark köşesinde loş ışıkla aydınlanan yüzünü incelemeyi öyle isterdim ki. Okusan bunları şaşıracaksın biliyorum. Nasıl diyeceksin, bunca yıl, bunca kırgınlık ve mesafe diyeceksin. Ancak düşündüğünün aksine ne seni ne de benliğini istiyorum artık. Sanırım tek istediğim o günlerdeki aşık, mutlu, umutlu Murat'tan başka bir şey değil. Yani bilmiyorum kafam karışık anla işte beni. Yazdıklarımdan analiz et beni yar! 

Yine de ayrılmadan önce son kez Apart'ın önüne gidip, son kez beraber arşınladığımız yoldan küçük prensin çölde su kuyusunu aradığı gibi sallana sallana geçeceğim bu şehri terk-i diyar eylemeden önce. Tıpkı geldiğim gün olduğu gibi yüzü gülen, umut ve mutluluk dolu gibi davranarak tüm bunları son kez yapıp, belki de gerçekleşmemesi en iyisi olan hayallerin ve sana dair anıların üstüne son küreği atacak ve son kez yasını tutacağım Begüm. Bir veda havası eşliğinde... 

Son kez. Hoşçakal iki gözüm. Hoşçakal... 



17 Ocak 2021 Pazar

Dua

Eskiden duanın gücüne inanırdım Begüm. Büyüklerim sürekli dua ederdi benim için. Kimi zaman sağlığım, kimi zaman derslerim, kimi zaman da iyi bir gelecek için. Ben de, böyle kurşun geçirmez koruma kalkanına sahip olduğum için memnun olur, dua için açılan elleri bir güzel öperdim. Ancak bu kalkana fazla güvenerek dua akabinde gelen rehavet ile uğruna dua edilen şeyleri ihmal eder, tıpkı bir duasavar gibi tüm fısır fısır söylenen duaları bir şekilde kendimden uzak tutardım. Yine de bıkmadan usanmadan benim için iyi şeyler olması için dua edilirdi. Annem her cuma akşamı ne olduğunu bilmediğim duayı 50 kere okurdu, gözlüğü burnunun  ucunda tesbihine odaklanmış şekilde. Teyzem eve girdiği an bende nazar olduğu kanaatine vararak elinde bir avuç tuz ile belirir fısır fısır birşeyler söyleyerek tuzu kafamın üstünde gezdirirdi. Bahçede baldırıma saplanan uzun dal parçasını çıkarıp yaranın üstüne soğan basan babaannem de okuyup üflemişti, böyle imkansız bir şeyin insanın başına gelmesine şer gözlerin sebep olabileceğini ekleyerek.

İyi şeyleri getirip, kötüyü def etmek için çok okunup üflendi Begüm.  Okurken de bir yandan "Allah gönlüne göre versin yavrum"  denirdi. "Gerçekten gönlüme göre mi versin istiyorsunuz?" demiyordum o sıralar. Tıpkı onlar gibi ben de bilmiyordum, gönlüme göre istemememiz gerektiğini. Ve şimdi anlıyorum Begüm duaların ne kadar etkili olduğunu ve Haktan birşey isterken ne istediğimizin tam olarak farkında olmamız gerektiğini.

Bu dünya gerçekten kötü bir yer Begüm. Ancak tıpkı zombi salgınında elinde uzun namlulu silahı ile yargı dağıtanlar gibi bu dünyayı güzelleştirmek için dua edenler ve okuyanlar var. Bir de benim gibi okusa da kabul olmayanlar... Tüm o okuduğum dualar nereye gidiyordu bilmiyorum ama okuyunca geçmiyordu Begüm. Ben de geçmeyen her şey için yazdım. Burada görmüyorsun belki ama bil ki çok yazıyorum. Sessizce, tıpkı fısır fısır edilen bir dua gibi klavyeyi tıkır tıkır işleyerek yazıyorum. Anla beni Begüm. Bu da benim dua etme biçimim...

15 Eylül 2020 Salı

Karmakarışıklaştırılmışlıklar

Moğollar 

Eski dönemlerde bir medeniyetin veya toplumun izlerini silmek için kültürlerini yok ederlermiş. Kitaplar yakılır, kütüphaneler yıkılırmış. Koca medeniyet ve birikimler acımasız alevler arasında yok olurmuş. Bir insan neden bunu yapar ki diye düşünür dururdum, yani ne zorun var abi? Şimdiki kitapları örnek verecek olursak, B612'ye toki dikemediğin için mi kızdın Küçük Prens'e veya Zeze yaramaz bir çocuk diye mi düşman olup Şeker Portakalı yakma isteğin ortaya çıkıyor? Yıllar önce kafamı meşgul eden bu soruların cevabını bir kitabı moleküllerine ayırmak için çabalarken kavradım. Vücudum attı! Evet, emeğe saygım vardır hatta oturma organımdan aldığım ilhamla yazdığım şu bloglardan daha berbat bir kitaba yapılmış olsa da emeğe saygı vardır bu bünyede. Ancak tüm bu saygıma rağmen, yine de yapmam gerekeni yaptım. Moğol barbarlar gibi elimde meşale ve kılıçla artık aslında benim için biten bir dostluğu tamamıyla yıktım. Bir daha hiç kimsenin kalıntılarına rastlayamayacağı şekilde...


Manolya

Merhaba Manolya. Selam verdiğime bakma bilmezsin buraları, adına burada yazılan bir kaç satır olduğunu hiç bir zaman bilmeyeceğin gibi. Adına yazılıyor diyorsam da senin bildiğin isminle değil sadece benim bildiğim isminle sesleniyorum sana. İsmini çağrıştırıyor diye Zeki Müren'in manolya şarkısını senin adına seçmiştim. Ne büyük talihsizlik ama! Keşke böyle cennet gibi bir şarkıyı seçeceğime, poketop'u kafana atıp Squirtle'ı seçseydim ya da Charmandar'ı. Seç beğen al hangi pokemonu istiyorsan diyeydim. Her neyse, bu ilk kez birisi uğruna b*ok ettiğim şaheser değil ama yine de insan üzülüyor. Bir daha aynı keyifle dinleyemeyecek olmaya. 

Ve Manolya, dönüp son kez baktığımda sana, sanırım hayatta iyi insan olmanın çabasında zorlu yollardan geçmenin en iyisi olduğunu anladım. Yani senden birşey anladığımdan değil, bilenler öyle diyorlar oradan şeettim. Yoksa ben de ne senin ne de bu işin gurusu sayılmam.

Bu arada bu kısa zamanda  patika yolların kestirme prensesi olduğunu kanıtladın kendince. Buna değinmeden de geçemeyeceğim... Hem de kısa olduğunu düşündüğün yollarda kendini bitire bitire... Ben ise, ne sana ne de başkalarını bakmadan doğru olanı bulana kadar yakıt giderine aldırmayıp yoluma devam edeceğim. Ee ne demiş kamyoncu abilerimiz, sen batan bir güneş, ben yollarda çilekeş... 


Koku

Bir koku vardı sende, sanki tüm şehire sinmiş gibi olan. Gittiğinden beri alamadığım bir koku... Bir koku vardı sende, dağlardan ovalara gelen serin hava ile taşınmış bahar çiçekleri kokusu gibi bir koku... Şimdi, yıllardan sonra ise, sanki bu şehrin sokaklarında sende geziyormuşsun gibi bir an o kokuyu hissettim. Öyle sendi ki koku, zil ile yemek arasında bağlantı kurulan Pavlov'un kuçu kuçusu gibi sana hasret kaldığımı anlattı bana. Bir kahve ve güzel yüzünü anlattı. Sakin Akdeniz gecelerindeki yakamozlar kadar güzel ve kahvem gibi sade olan seni. Bugün bir kokunun da beni yıllar öncesine götürebildiğini anladım Begüm. Sana götürdü beni, bir daha asla gelemeyeceğim sana... 



20 Mayıs 2020 Çarşamba

Tozlu Puslu Yazı

Begüm bu blogu sana yazıyorum biliyorsun. Yani çoğu zaman öyle. Bir kaç istisna kaideyi bozmaz sanırım. Eskiden sana yazdığım yazılardan isli, puslu olanları yazar ama yayınlamazdım, nadir yayınladığım bu tarz blogları da zamanla sildim. Ancak bu sefer olduğu gibi yayınlıyorum. Anla beni, bazen hayatımı olduğu gibi anlatmam gerekiyor. Yani ben öyle bir ihtiyaç hissediyorum. Bir nevi kara kutu kaydı gibi düşünebilirsin bu anlatma arzusunu. Ara ara kayıt edilmesi gerekiyor hayatımın. Kara kutularda da böyledir bir kaza anında açıp bakılır hata neredeymiş anlaşılır. Ben de kara kutu olarak burayı kullanıyorum. 

Söylesem tesiri olurdu, sussam gönül razı da... Ne anlatacak kadar çok ne de susacak kadar az oldum Begüm.  Bu kararsızlığı daha da azalarak bozuyorum ben de. Bir suskuntu geliyor böyle olunca da. Tıpkı yıllar öncesi az sonra alınacak küçük bir çikolatanın hatrına sağlık ocağındaki iğne sırasını sakince beklerken karşı duvarda gördüğüm sus işareti yapan hemşire fotoğrafı gibi. Susssssssss. Uzayan s'lerin boğazıma boğarcasına sarılması ile susuyorum. Hayata dair anlatacağım ne çok şey var halbuki. Anlatmak istiyorum derken yanlış anlama, herkese anlatmaktan bahsetmiyorum. Yoksa muhteşem bir bistroda eğlendikten sonra çıkışta dalyarak muhabire cevap veren Ozan Güven gibi net cümlelerim var Begüm. Benim susmamla bu suskunluğumun sebebini huzursuzluk olduğunu düşünüp kendince çözümünü anlatanlar türüyor. Anlatanların kimisi için huzurum armudun sapı üzümün çöpü denkleminden ibaret, kimisi için tasarruf etmek  ve para biriktirmek, kimisi için ise kariyerdi. Onlar konuştukça ben daha çok sustum. Armudun sapını üzümün çöpünü geçin, sevdim mi gözümü daldan sakınmam demedim. Para harcamak içindir, kariyer mutluluk vermez de demedim. Susmalara, söylememelere razı geldim.

Ancak bu suskuntuya dayanamıyor arada sırada mırıldanıyorum. Mırılmırılmırıl. Bazen bir sokak hayvanına bakıp merhaba diyor, bazen batmak üzere olan güneşi selamlayıp, bazen de durakta gördüğüm bir güzele şiir havalandırıyorum. Bazen de ingilizce konuşmayı bilmeyip yabancı muhabirle röportaj yapan taksim amca gibi geveliyorum "Heloğğğ" Sonrasında ise "Anlamadım?" şeklinde dediğimi yüksek sesle tekrarlamamı talep eden sorularla muhatap oluyorum. Halbuki bazen ben de anlamıyorum. Bir şeyler söyler gibi yapıp söylemiyorum, susmaya çalışıp susamıyorum. 

Tüm bu sorulardan sıkılıyor, çölde su kuyusu bulma umuduyla güzel bir şarkı mırıldanarak yol boyu yürüyorum. Yolda geçerken sadece sana değil başka misafirlere de ev sahipliği yapmış mavi kapılı evime denk geliyorum. Toz duman altında kalmış haline bakıyor ve şöyle bir püf desem tüm tozları, yılgınlıkları, karamsarlığı dışarı atabilir miyim acaba diye düşünmeden edemiyorum. Püfffffffff. Çocuklukta televizyonda izlediğimiz domuzların evini üfürerek yıkan kurt aklıma geliyor. Keşke her şey çocukluktaki gibi kolay kalsaydı değil mi? Püf dememizle hayatımızdaki tüm tozlar, isler yok olsaydı. Sanırım çocukluğumda da gündüz kaybettiğim elcik taso veya nesquick içerisinden çıkacak arabanın rengi gibi önemli dertlere düşüyordum. Tüm bunlarla zihnimi yorarken tüm bu tozu dumanı, debdebeyi kendi başına dinmesi için bırakıp çıkıyorum. Yılanların ve akreplerin, maviyi kırmızı olarak görüp ateş zannettiği için mavi kapılı evlere yaklaşmadıklarını öğrendiğimde maviye boyadığım kapıdan... İlk inşa ettiğimde uğursuzluk, huzursuzluk girmesin istedim içeri. Şimdi ise yeni birisi gelip bahar temizliği yapana kadar kaderine terk edilmiş durumda kalacak haline sessizce bakıyorum. 


Evet Begüm, geçen blogda dediğim gibi artık unutmaya başladığım sesinden "Mutlu ol Murat." dediğini hala hatırlıyorum. Ancak mutlu olmak ve mutlu etmek  üzere hazırladığım ve senin de bir kaç sefer yaşadığın o bildiğin mavi kapılı ev artık yok. Tüm bunlar için alınacak çok ders var ama ne kadar süredir ders alıyorum hatırlamıyorum artık. Seninle ilk karşılaşmamda 2+2 denklemini çözemezken ne ara diferansiyel denklemlerle uğraşır hale geldim bilmiyorum. Bitmek tükenmek bilmeyen, her seferinde öğrendiğimden daha zorunu önüme koyan bu derslerden bıktım sanırım. Öğrenmekten ve artık baş edemediğim sorulardan ziyade biraz da takıldığım yerleri birisine sormak istiyorum. Birinin bana öğretmenlik yapıp toplama çıkarma bilmeyen birisine tuğla gibi matematik kitaplarını anlatır gibi sabır ve şefkatle tüm bu baş edemediğim zorlukların, takılmaların çözümünü anlatmasını istiyorum... 

"Öğretmenim, tam bu noktada takıldım, beni benden alır mısınız acaba?" 

9 Şubat 2020 Pazar

Kar...

Lütfen diyordu bana bir koyun çizer misin? Şaşkınlıktan beyninden vurulmuştu pilot. Bana bir koyun çizin. Pilot elinden geldiğince bir koyun çizmişti... Diye başlıyordu küçük prens ile pilotun hikayesi.

"Evlenelim. Yarın kurumlarımızdan izin alıp en yakın zamanda evlenelim." diyordu karşımda oturan kız. Anlayamıyordum söylenen kelimeleri ama nöronlar alacağını almış ve beni daha beynim birşey anlamadan bana bir heyecan basmıştı. Aşk'a kimyasal bir süreç derler ve bendeki kimyasal süreç de tüm hızı ile başlamıştı. "Başka bir çarem yok, sanırım başka türlü evlenemem." diyordu henüz az önce söylenenleri idrak etmeme müsade etmeden. Şaşkınlıkla, şimdi olmadığını anladığım, ciddiyetini ölçmeye çalışıyordum. Gözlerindeki kararlılığı görmüştüm. Üstelik bu düşünceden benim kadar ürkmediği aşikardı. Ataerkil bu toplumda böyle bir adım atmaya hazır ve kararlı olduğunu sözlerini kesip dikkatlice cevabımı bekleyerek gösteriyordu. Ve aşk denen illeti teraziye vurabilseydik benim tarafımın açık ara baskın geleceği de aşikardı. Yine de benden gelecek cevabı bekleyen ve vereceğim tepkiyi ölçmek için her hareketimi dikkatle takip eden bir çift göz vardı karşımda. Çok uzun süre cevap vermezsem olmazdı kafasında bahaneleri kuruyor olurdu, eğer hızlı bir cevap verirsem de geçiştiriyor gibi görünürdüm. O an hızlıca cevabım için ne düşündüğüme odaklandım.  İşyerimin tabelası oturduğumuz yerden görünüyordu. Müdürden izin alsam mı diye düşündüm.  Nasıl, ne diyerek izin alacaktım ki?Hadi aldık diyelim hepi topu bir kaç gün sonra sol parmağımda yüzük ile kime ne açıklayacaktım? İkimize de yabancı bu şehirde evlenme fikri, hele hele böyle yaz dizisi senaryosu gibi bir şekilde, bir hayli uzak gelmişti bana. Bu düşüncelere dalarak boş gözlerle izlediğim tabeladan gözlerimi çektiğimde, karşımdaki gözlerde vereceğim cevabı anlayan bakışlar vardı. Evet o da biliyordu çok seviyordum, ve evet sanırım hayalimi gerçekleştirmekten bahsediyordu ama kendimce sebeplerle yapamayacağımı hissetmişti. Anlatmıştım herşeyin güzel olmasını istediğimi ve her şeyin zamanında, uygun olduğu şekilde güzel olduğunu... Şimdi anlıyorum yaptığım şekilcilikten başka bir şey değildi. Toplumun kurallarına uygun şekilde evlenmek istiyor ve bunu da haklı bir istek olarak görüyordum. Yüzünde bu teklifi yapmanın pişmanlığı ile haklısın demişti, en iyisi sanırım öyle yapmak...

Sonrası, dediği gibi oldu. Olmadı. O ılık akşamdan farklı, buz gibi bir gecede son kez sarılıp, yine son kez kendime iyi bakmamı söyleyişini sakince dinledim. Sarıldıktan sonra sadece kollarını indirip sarılma mesafesinde durduğundan dolayı bana bakmak için kaldırdığı yüzüne kar yağıyordu. Kardan yüzünü korumak için şemsiye gibi siper ettiğim elimden sızan sokak lambasının loş ışığı ile aydınlanan yüzüne baktım. Gözleri tıpkı benim yaptığım gibi yüzümü inceliyordu. Son sözlerimi söyledim, her ölen varlığın arkasından söylenen son sözlerden. Bol keşkeli ve kıymeti bilinmeyen güzel anlara ait pişmanlık dolu kelimelerle. Loş ışıkla iyice çökmüş gibi görünen yüzünde üzüntüden başka bir ifade göremiyordum. Yavaşça geriye bir kaç adım atarak benden uzaklaştı, bir şey daha söylemek için niyetlendi ama kelimeleri yerinde, kendinde bıraktı. Ben de kendimce konuşulacak bir şey kalmadığından, sözleri tüketmemizden dolayı, sormadım ne diyecektin diye. Sessizce yüzüme bakmadan kendine iyi bak dedikten sonra arkasını dönüp çıkmaya başladığı merdivenlerde henüz köşeyi dönmeden, yağan kardan dolayı artık onu göremez olmuştum. Merdiveni çıkmaya başlarken ki hızından çıkışını hesaplayıp, köşeyi döndüğüne kesin kanaat getirene kadar göremesem de o köşeye doğru baktım. Kar yağışından artık  görünmeyen o köşeye. Geri gelme umudu mu vardı içimde. Bilmiyordum. Ama bekliyordum orada. Zaman ve mekandan kendimi soyutlayarak, kar yağışının altında beklediğimi bilmeden. Bir aracın gelmesi ile yolun ortasında durduğumu fark edip, ne zamandır baktığımı bilmediğim merdivenlerden gözlerimi çekerek lapa lapa yağan kar'a aldırmadan küçük şehri dolaşmaya başladım. Başladım ancak keder şehirden büyüktü... Henüz düşünceleri toparlayamadan bir çırpıda tüm şehri dolaşıp bitirmiştim. Hatta tekrara düşmüştüm bir çok sokakta. Tekrar tekrar aynı hataları yaptığım gibi. O gün, o ılık akşamı düşünmüştüm içimi ısıtmak yerine daha da soğuması pahasına. Ya o gün müdüre iki satır mesaj yazıp izin alsaydım evrakları tamamlayıp imzaları atsaydık ne olurdu diye. Belki de sabah kalktığında gözlerindeki o kararlılık kalmayacaktı. Ama bu kararlılık nasıl giderdi, gözlerindeki o istek? Esasında düşününce acı şekilde aslında o sorgulayıp bitmez dediğim kararlılığın hiç olmadığını anlamıştım... Tüm bunları düşünürken kendi sokağıma geldiğimi fark ettim. Kötü aydınlatılmış sokağa doğru bakınca sadece mental olarak değil fiziksel olarak da yorgun olduğumu anlayıp usulca sokağa yöneldim. Pek kullanılmayan bir sokak olduğundan kimsenin geçmediği yolda kar daha taze ve yağdığı gibi duruyordu. İki dakika sonra dışarıdaki soğuğa nazire yaparcasına sıcak olan evde karşımdaki dağın üstünde bulunan anıta doğru bakıyordum. Bir hikayenin daha sonu gelmiş ve içimdekileri güzellikleri boşaltmaya başlamıştım. Bir hikayenin sonu, bir vazgeçişin başındaydım yine. Gözlerimi dışarıdan çekip, girerken ışıklarını açmadığım evin içine doğru baktım. Hayatım gibiydi. Issız ve karanlık...



Her kar yağışı bana seni hatırlatır...

8 Ocak 2020 Çarşamba

Bilirim Bir Kışa Hazırlanmayı

Selam Begüm. Gördüğün gibi sakin bir girizgah yapıyorum yazdıklarıma. Malumun olmak üzere zamanında sana seslenme konusunda yaşadığım zorluklar bu blogu yazmamı zorunlu kılıyordu. Bu yaşadığım tek zorunluluk değildi elbet. Her sene koca bir kış yaşamak gibi zorunluluklarım da var benim. Bilirsin kışı hiç sevmem ve yine bilirsin ki kışa hazırlığım her daim devam eder. Yaz ortasında zincirle yol almak gibidir benim kışlarım ne zaman çıkacağını hiç bilemem. 

Ben de bildiğin gibiyim, bitmeyen kışlarım ve bunun dışa vurumu depresyonlarım işte. Yine mi Murat diyeceksin şimdi. Evet Begüm yine. Kış işte daha ne olmasını bekliyorsun ki. Tüm kuzey yarım küre buz gibiyken sence benim içime bahar gelmesi mümkün mü? Koca yarım kürenin buz gibi kadınlarla dolu olmasının etkisinden bahsetmiyorum bile. İçimi ısıtmayan, buz gibi yapan kadınlardan. Hakkını yemeyelim bunlardan birisinin ısınayım diye bana atkı almışlığı da var ama sonra o atkı ile benim hayat damarıma düğüm atmaya çalışmasından bahsetmeyeceğim. Başıma örülen çoraplardan ve üşüyen ayaklarımdan da... Otuz beş yaşın kışında yalnız uyanılan sabahların "yeter lan yeter" hissi uyandırmasından da... Bakma bu yazdıklarıma ve yalnızlık olgusunu romantikleştirmeme. Romantiklik sadece yazıdan ibaret kaldı bende. Yoksa sabahın beş buçuğunda buz gibi yalnızlığın yüze çarpması gibi ayıltan başka bir şey yok adamı. 


Kış tüm kışkışlarıma rağmen çok fena Begüm. Tüm hışmıyla gelen soğuklar beni üşütünce ben de omuzlarımı dikeltip iki büklüm yürüyorum. Bu halimi görüp "Bir dahaki sefer daha sıkı giyin Murat" diyen sen ve diğer Begümler oldu. Herkese, hepsine buz gibi sakinlikle "Bir şey yok, iyiyim" diye cevap verdim. Soğuktan buz kesilip titreyen ellerimi yumruk yapıp pardesümün cebine koydum sonra. Ellerinin sıcak olduğunu söyleyen kadınlar da vardı ama yumruk yapmak daha çok işe yarıyordu. Bir çok sefer tecrübe ettiğim gibi... Şimdi ise, tüm bu tecrübeleri tekrar anladım, buz gibi kışın ortasında, yumruk şeklinde ellerim cebimde, buz gibi kadınların arasında yürürken... 



Şimdi tutalım bu diriliği artık. Zamanıdır.
Zamanıdır. Neredeyse kar başlar. Küçük kuşlar ölür.
Semerciler ve dilsizler ölür.
Seninle ben kalırız. Yeni bir yaşamaya. Gökler ve kentler ufalır. Seninle ben kalırız. O şarkı sanılanlar bir kavga halini alır. Neredeyse kar başlar. Birini düşünür gibi oluruz. 
Biliyorum ellerin de üşür. Biliyorum ama ısıtabilirsin onları. O ateşte. Hazırsın da. Biliyorum. Ama sana bir boyun atkısı gerek. Kış geldi.
(Turgut Uyar- Bilirim Bir Kışa Hazırlanmayı) 

15 Aralık 2019 Pazar

Mario İle Hal-i Ahval

Merhaba Begüm. Yıllardan sonra tekrardan merhaba. Bugün uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yaptım; ne zamandır sana yazmadığımı düşündüm. Bu gibi uzun zamanlardan sonra insanı yapmadığı şeyleri düşünmek bile yoruyor. Ben de işin kolayına kaçıp blog yazılarımı şöyle güzelcene okudum. Gördüm ki koca üç yıldır sana seslenmemişim. Sakın ola bu geçen üç senede sana seslenmemiş olmamdan unuttuğumu düşünme. Kimi zaman kulakta küpe, kimi zaman acı bir tecrübe, kimi zaman ise kalpte bir sızı olarak kaldın bende. Zaten genelde unutmak ve affetmek olarak uyguladığım kaçış planlarının her seferinde sadece affetmek kısmını sana uyguladım. Belki hiç kimsenin yapamayacağı garip bir şekilde hayatıma dokunduğun için, belki de sadece tıpkı benim gibi çiğ köftede nar ekşisi sevmediğin içindir bilmiyorum ama unutasım gelmiyor. Elbet bir gün hikayedeki esas kız ortaya çıktığında, geçmişime ve haliyle sana U Format atacağım ama şimdilik böyle, benimle kal istiyorum.

Bugün sana bu üç yıl boyunca ne yaptığımla ilgili blog yazmaya karar verdikten sonra ilham perisi gelinceye kadar inceden de nostalji yapmak için tarihi eser atarimi çıkardım. Yanında "9999999999999 in 1" kaset de duruyordu elbette. Düşündüm de kendimizi karşımızdaki insana kısaca anlatmak için alnımıza bir yazı yazma kuralı çıkarılsa sanırım ben bunu yazdırırdım. 9999999999999 in 1! Yıllardır çözemediğim içimdeki bitmek bilmeyen karışıklıkların beni kaç parçaya ayırdığını anlatacak daha etkili bir mesaj daha düşünemiyorum. Sal olup sele kapılan tüm bu düşünceleri bir kenara bırakarak tıpkı içimdeki sorunlar gibi bir birinin tekrarı zibilyon oyun içerisinden senin de çok sevdiğin marioyu oynamaya başladım. İlk mario oynamaya, hatta şöyle söyleyeyim, hayatımı ilk kez bir mario oyunu oynar gibi yaşamaya 5 yıl önce aşağıdaki fotoğraf ile başlamıştım. Yeni bölüme başlamış olmanın heyecanını ailemle paylaşmak için ilk bulduğum aynadan çektiğim bu fotoğrafı elbette sana gönderemedim. Hayatıma son kez girmene henüz 6 gün vardı. Bir önceki gelişinin ise (hatta şöyle kraliyet süsü vereyim de daha havalı olsun: Begüm IV, Begüm The Brutal) enkazını bile toplamamıştım.
Benzer İşler 

Ben de bu yeni bölümde hevesle maceraya başladım Begüm. Bir çok zorluk vardı karşılaştığım. En başta sadece mantarlar vardı bana doğru gelen, sonra da kaplumbağalar geliyordu. Mutlu olmak için hepsinin üstünden bir güzel atladım. Uçurumlardan korkusuzca zıplayıp, kaleden kurtaracağım prenses daha mutlu olsun diye yolumdaki tüm bonusları hiç bir fedakarlıktan kaçmadan topladım. Hatta değme striptizcilere taş çıkarırcasına bayrak direğinin en üstüne zıplayıp yine bonus uğruna bayrağı en tepeden indirdim. Ama tüm bu çabalara rağmen olmadı Begüm. Her seferinde prenses ile karşılaşma umudu ile tüm bu emeklerle kaleye ulaşan ben, yine her seferinde o canavar ile karşılaştım. Şimdi karşıma geçip "Ooooo beyzademiz bir kaç mantarın üzerinden atlayıp gelmiş. Çok etkilendim!" şeklinde konuşacak olursun eminim ki. Bil ki sadece mantar değildi mücadele ettiklerim, bir sürü kaplumbağa da vardı. Sonra çiçekler vardı beni yemeye çalışan. Beni bir çırpıda boğmaya hazır deryalar, ne zaman karşılaşacağımı bilmediğim ve en hassas anımda ortaya çıkan koca koca mermiler vardı. Yağmur yağdırmak yerine bana ninja yıldızları fırlatan bulutları saymıyorum bile. Gerçekten çok zordu tüm bunlar. Ve sadece elimde olan ise bazen (tam ihtiyacım olduğunda da çıkmayan) zıplayarak ortaya çıkan bir yıldızdı. Ona dokunduğumda da biraz hızlanıyor ve arka planda da  "dıtdıtdırıdırıdırı" şeklinde hızlı bir müzik çalıyordu, o  yıldız az biraz iyi hissettirip yardımcı oluyordu ama yine de her şey çok zordu. Tüm bunlar çok zordu. Üstelik her başarısız olduğumda da tekrar restart düğmesine basıp tüm bu uğraşlara tekrar başlıyordum.

Yıllar önce hilal kaşlarını kaldırıp, son söz olarak "Mutlu ol Murat!" cümlesini seçtiğinden beri, tüm bu zor şeyleri tekrar tekrar yapıyorum. Biliyorum bir dua veya temenni değildi söylediğin, kendince önemsediğin birisinden son bir istekti. Ve elbet sen istediğin için uğraşmadım tüm bunlarla. Kendim için yanma pahasına o lav'lı kalelerde gezdim ya da ok fırlatan kaplumbağaları geçtim. Ama bir türlü o bölüm sonu canavarlarını geçemedim Begüm. Oyunu nihayete erdiremedim. Her seferinde tüm bu serüveni içime gömüp tekrar başladım tüm o yolları arşınlamaya. Elbette tekrar başlamadan bekledim bir süre. Küçükken annemizin uyardığı gibi, oyun arasında "Adaptörün ısınmaması için" elimden geldiğince bekledim, soğuma süresi gibi bir şey de diyebiliriz buna. Ama hayatımın bu noktasında bu soğuma süresini bekleyecek zamana ve lükse sahip miyim emin değilim Begüm. Artık yeni bölüm açtığımda eskisi gibi temkinli olmuyorum,  direkt koşma tuşuna basıp seri zıplamaya başlıyorum. Bu nedendir ki Forrest Gump'ta duyduğum hayatımdaki en etkili motivasyon cümlesini kendime uyarlayarak senin artık unutulmaya yüz tutmuş sesin ile zihnimde o repliği canlandırıyorum; "Run Murat, run!" Koşuyorum Begüm tüm gücümle koşuyorum. Bu sefer bölüm sonu canavarlarını geçebilmek umudu ile... 


D.N. : Tekrar yazmaya başlayacağım, harbiden yazacağım. Takip edin ettirin. Bu sefer de geleceğin Tolstoy'u filan diyin elinizi korkak alıştırmayın. Pai. 

8 Eylül 2016 Perşembe

Bayram Öncesi Sendromu

Bayramların ne kadar önemli olduğu konusunda seminer alması gereken kimsenin kalmadığını düşünüyorum ya da eski bayramların nerede olduğu konusunda kafa yormamış birisi de yoktur sanırım. İnsanların mutlu olduğu, küslerin barıştığı, insani ilişkilerin had safhaya ulaştığı bir dönemdir kendisi. Bir diğer bakış açısıyla ise insanların mutluluğu bulamadığı şu hayatta mutlu olmaya çalıştıkları ve sonunda ancak kolonyaya bulanıp, ishal oluncaya kadar çikolata yiyebildikleri bir dönem olarak her sene geride kalıyor. Benim için ise biraz daha durum farklı, özellikle mahalle baskısı denilen ve hidropres makinalarını kıskandıracak derecede bir baskıya her sene maruz kalıyorum. Bundan korunmak için ise uzun zamandır bayramlarda traş olmuyor, gömlek keten pantolon yerine, geniş yakalı tshirt ve kot ile gelenleri karşılayıp, "Bu çocuktan bir bok olmaz!" dedirtmek için azami gayreti gösteriyorum. Yani mahalle baskısını alıp tekrar o mahallenin boğazına tıkıyorum! Ancak tüm bu olağanüstü çabama rağmen, memuriyet hayatında olmam, tekrar okula başlamam, iş bulup evlenme için gerekli olan o kulak memesi kıvamına gelmem ve yaşı 32ye dayayıp iyice kaşarlanmam, açıkçası işimi bayramlarda bir hayli zora sokuyor. Ancak yok abi olmuyor işte. Okulu deep freze moduna aldım okumayınca nasıl bitsin? Yaş da elimde değil her 365 gün ve 6 saatte bir artıyor namussuz. Kız mevzusuna hiç girmeyelim isterseniz. Birisini bulduğum gün kızı tuttuğum gibi bu "bayram ekibinin" ortasına atacağım zaten, aslanların ortasına antilop atar gibi.

Özellikle bu kronikleşen gönül işi sendromum ile ilgili kendi içimde yaptığım tahlillerden ayrı olmak üzere dışarı yansıttığım profilde kesinlikle kendime toz kondurmamaya çalışıyor ve genelde şu şekilde gelişen konuşmalar ile muhattap oluyorum; -Kızlara romantik süprizler mi yapmıyorsun acaba muratcığım +O sürprizleri sana yapsam sen bile ikna olursun hakan abi.  Veya şöyle de var -Acaba tanışma aşamasında çok mu hızlı giriş yapıyorsun? -Hayır Aslı teyze +Hmm ozaman acaba çok mu yavaş giriş yapıyorsun? Bonus; +Bu iş neden olmuyor Muratcığım? -Dedenin zkinden olmuyor Hüseyin amcacığım! Bu tarz salak salak sorularla muhattap olan ben ise nacizane tecrübelerimle gençlere öğüt verip, gönül işleri duayeni edasıyla ahkam kesiyor, kızlara köpek çekmeleri için tavsiyelerde bulunuyorum. Sonuçları konusunda kredi çektiren bankaların ufak yazılarla asıl uyarıyı yaptıkları gibi bende ufak ufak uyarımı yapıyorum tabi. Ee ne demişler, dediğimi yapın yaptığımı yapmayın. Yada tam tersi, herneyse. 
Buarada bayram öncesi sendromu beni ikiye kadar ayakta tuttu... Sanırım yatmam şu an için en hayırlısı olacak. 

Dn: Okuyan olursa tekrar yazmaya başlayacağım sanırım belli de olmaz yani. Siz yinede eşe dosta akrabaya gösterin geleceğin dostoyevskisi filan deyin. Takip edin ettirin. Kib. 



7 Nisan 2016 Perşembe

Begümsel Durumlar

Begüm, gönlümün sahibi, yıllarımın katili, güzel günlerimin sebebi. Bugün, yazmakta pek hevesli olup sonra oyuncağından sıkılan çocuk gibi bir kenara bıraktığım blog yazılarım bir anda aklıma geldi. Fark ettim de ne uzun süredir sana yazmamışım. Belki merak etmişsindir, belki de yoluna aklına bile getirmeden devam etmişsindir, kim bilir... Zaten senin özelliğin değil mi arkanda kalanlarla ilgilenmeden "Durmak yok, yola devam" demek. Arkanda yaşanan devasa patlamayı umursamadan slow motion efekti ile yürüyen nikolas keyç gibisin güzel yarim. "Arkamda bir patlamamı oldu!? Neyse şu anki yavaşlatılmış sahnenin tadını çıkarayım en iyisi ^^ ". 
Bendeki hal-i ahval'i soracak olursan, bıraktığından farklı değil, ne yaptığımı ne yapacağımı ve tüm bunların sonrasında ne olacağını bilmiyorum. Yaşanacak güzel günler ve Kuzey Yıldızımın dediği gibi "İlkbahar gibi mevsimi olan dünyada" yaşıyor olmamıza rağmen ben tüm bu yaşanmakta olan güzelliklere gözümü açamıyorum. Nereden geldiğini, neye benzediğini bilmediğim darbelerle sersemlemiş durumdayım. Kör boksör misali havaya yumruk sallıyorum. Hem nereden geldiğini bilmediğin darbelere karşı nasıl gardını alabilirsin ki?! Alamıyorum işte bende. Bu durumda, "Beni öldürmeyen acı, güçlendirir." diyen Nietzsche'ye inat daha da zayıflıyorum. 

Tüm bu yaşadıklarımı bir kenara bırakacak olursak, kısa süre önce, yaşadığım bu ruhsal depdebelerin arasında bir umut ışığı ortaya çıktı. Yani aslında ben o ışık için bir şey yapmadım. Kendi kendine çıkıverdi işte. Bende meraklı bir çocuk gibi, yine korkusuzca ışığa yaklaşıp arkasında ne olduğuna baktım, her zamanki gibi kapı deliğinden polat suretine bürünmüş seni göreceğimi sandım ama bu sefer durum biraz farklıydı.

İşte o yüzden ömrü boyunca defalarca seninle olan ancak senden başka kimseyle ilişki yaşamamış olan ben sanırım bu sefer senden farklı birisi ile karşılaştım. Aslına bakacak olursan, bu sefer ne istediğini bilen, sevecen, ilgili, alakalı, birisine rastladım diyebilirim. Ancak nasıl o ışık kendiliğinden çıktıysa öyle de bir anda söndü benim için. Kim bilir belki, senden başkası ile olamamak üzerine lanetlenmişimdir. Birlikte zaten yapamadığımız konusunu da hiç açmayalım istersen. Kimseye, hiç bir yere uygun değilim sanki. Renkliler ile yıkanmış olan beyaz gibiyim. Şimdi ise ne renklilerle ne de beyazlarla makinaya atılabiliyorum. Çamaşır sepetinin dibinde, benim gibi rengi bulanık birisini bekliyorum, santrifüjlü bir romantizm yaşayabilmek için.

Bu arada bilmiyorum hatırlıyor musun ama en son yanıma geldiğinde bir limon ağacım vardı (Her ne kadar kamkat portakal olsa da sen ona limon ağacı diyordun). Hani bir ağaca yüklenebilecek anlamların misli fazlasını yüklediğim ağaç. İşte o ağaç "biz" gibi büyüyemeden terk-i diyar eyledi. Sanırım bana, "Abi yengenin geleceği yok bana müsaade" dedi. Ee onun dediği gibi yanıma geleceğin yoksa bende kaçıyorum. Öptüm.

9 Şubat 2016 Salı

Galaktik Anadolu Kadını Arayısları

2011 yılıydı sanırım, "Herkesleştin" demiştim sana. İlk kez orada dile getirdim bu sözcüğü hatırlıyor musun Begüm. "Herkesleştin"... Daha önce hiç söylemediğim bir sözcükle karşına çıkmamın etkisini bekleyen beni, şaşılacak kadar sakin ve anlamaz bakışlarla karşıladın. Bu ne demek diye bile sormadın, soruların en basiti olan "nedeni" bile... Normal bir tepki vermekten uzak olan senin yerine, farklı birisini istedigimi evrene yeterince belirtmiştim halbuki. Mesela, bir anda yıldızlardan bahsedecek ve rüyalardan birisi. Hiçbir zaman Jüpiter'e gidemeyeceğimiz için üzülüp, bir kelebeğin peşine düşerek bu üzüntüsünden bir anda sıyrılabilecek birisi. Ama tüm bu evrene gönderilen mesajlardan sonra yine hep kaderime sen düştün Begüm. Ne yapmak istediğini, hatta benden ne istediğini bile bilmeyen sen... 


Hep Anadolu gibi bir kızım olması hayalimden bahsederdim hatırladın mı? Aslında öyle bir çocuk yetiştirecek Anadolu gibi bir kadın hayalinden başka birşey değildi bu isteğim. Anadolu gibi bir yanında soğuk rüzgarlar ve karlar varken bir yanında bahar ve insanın içini ısıtacak sıcaklığı olmalıydı. Karadeniz gibi kıyıları olmalı öfke dolu dalgaları ve beni bir kaç dalga ile boğmaya hazır kıyıları... Bir yani ise ölüdeniz gibi sakin ve güven veren olmalıydı. Kralların ve imparatorların, uğruna yüzyıllarca savaştığı Anadolu gibi olmalı ve İstanbul gibi fatihi tek olmalıydı. Çok şey istemiyorum aslında ama sorun şu ki, nasıl oluyor da bu topraklar kendisi gibi bir kadın yetiştiremiyor? Nirvanaya ulaşmaya çalışan rahipler gibi böyle bir kadın arayıp durdum ama bulunduğum sonuçlarda ve yaptığım tüm sağlamalarda karşıma hep sen çıkıyorsun. 
Üstelik kendimi korumaya imkan da bırakmıyor, Terminator filminde Sarah Connor'ı öldürmeye çalışan robot gibi hep farklı suretlerde karşıma çıkıyorsun. Üstelik yakınlaşana kadar da farkına varamıyorum, gelen felaketin sen olduğunu. Tüm bu olumsuzluklardan sonra seninle yetinmeye çalışan bana düşen ise, yıldızlara bakmayı bilmeyen ve Jüpitere gidemeyeceği için üzülmeyen sen oluyordun. B612'yi saymıyorum bile... En iyi ihtimal senden "selfie uygulaması" cevabını alacağım aşikardı.

Üstelik isteklerim bu denli açıkken, Turgut Uyar'ın Göğe Bakma Durağı'nı sosyal medyada fütursuzca paylaşıp, aksine bir gün olsun göğe bakmayan senin neden karşıma çıkma konusunda bu kadar ısrarlı olduğunu anlayamıyorum. Seni her seferinde bana gönderen evrenin beni yanlış anladığını düşünürdüm ama sanırım evren beni yanlış anlamıyor, ben onu yanlış tanıyorum. Evren sanırım bildiğim gibi sosyalist değil, evren kapitalist, evren acımasız. Her kapitalist gibi ihtiyacım olanı değil, kendi elinde fazla olanı gönderiyor hep. Çünkü kendisi de biliyor; yıldızları izleyip, kelebeklerin peşinde koşan o güzel kadınların ne kadar az olduğunu... 

30 Kasım 2015 Pazartesi

Uyuyamıyore

Nedendir bilmiyorum Begüm ama uyuyamıyorum. Bedenen yorgunluktan bitap düşmedikçe uykuya dalamıyorum. Uyuduğum zamanda da rahat değilim üstelik. Rüyalar ve tabi o rüyalar içinde sen varsın sürekli. Kah şehrine gelen otobüste yolcu, kah seni üniversitedeki sınavına yetiştirmeye çalışan şoför, kah seni iğrenç canavarlardan kurtaran kahraman bir asker. Bu rüya seanslarında rolüm sürekli değişiyor ancak sen hep aynı kalıyorsun. Beni seven, sıcaklığı ve verdiği güven ile apartman boyundaki canavarlarla mücadele etmemi sağlayan yarimsin hep. Tabi bu rüya silsilesinde bende gerekli mesajı alıyorum "Anca rüyanda görürsün!" 

Yetişemiyorum gönlümün çöpsüz üzümü, bu sıralar hayata yetişemiyorum. Sabahlara kadar oturuyorum senin için yaratıklarla mücadele etmemek ya da senin yanına gelmek uğruna 10 saat yolculuk çekmemek için. Ama sabahlar olmasın diyerek çıktığım bu yolda hiç birşey de yapamıyorum. Kitap okusam uykum gelir, hem uyumak için de saat çok geç sabah işe kalkamam, film de izleyemem izlersem sonunu getirememe endişesi var. Ancak ne yaparsam yapayım bu performansı en fazla bir gün sergileyebiliyorum. İkinci gün yine sen, aslında hiç olmayan sıcaklığın ile yanımda ben ise senden aldığım gaz ile yine sahalarda...


Bu rüya denizinin ortasında bambaşka korkularla da mücadele ediyorum. Evet seni canavarların elinden kurtaran o kahraman savaşçı korkuyor. Senden başka bir insanla karşılaşamayacağından, uçağa binmekten  ve gerçek bir sevgiyi hissetmeden ölmekten korkuyor. Peki yok mu bu yalnızlığın bir çaresi? Doktorum sen oldukça anladım ki yok bunun bir tedavisi. İnsanlar alabildiğince mutluyken ben hâlâ neden üzülüyorum anlamıyorum. Neden insanlar konuşurken bülbül gibi şakıyorda benim boğazımda gitmeyen bir düğüm var anlamıyorum. Doktorum sensin ve bu durum kanser gibi tüm benliğimi yiyip bitirirken sen her seferinde olduğu gibi bu halimi de görmezden geliyorsun.

Güzel insanlar var Begüm benim gibi uyuyamayan, şiir okuyan, okumakla kalmayıp şiir yazdıran. Leyla ile Mecnundaki leylalar var, Hayyamın şiirlerindeki kadınlar var. Varlar ve bunlar hakkında doyasıya konuşmak isterdim, evet seninle hiç bunları konuşmadık ve belli ki hiç bir zaman konuşmayacağız. Anlatmak isterdim, kırgınlıklardan bahsetmek isterdim. Rüyamda taşeron kahramanın olmak yerine sabahlara kadar konuşmak isterdim üzgün insanların üzüntüsü bitene, acı çeken insanların acısı dinene ve hayatta eksik kalan ne varsa tamamlanıncaya kadar... 

İşte bende bu aralar böyle debelenmelerdeyim minik kız. Benden yana eksik kalanları tamamlamakla uğraşıyorum. Aslında beni ben yapan şeyler bu eksiklikler. Her kelimem her hareketim beni ben yapıyor ama ben artık ben olmaktan sıkıldım. Sana gelecek olursak,  sende eksiksin ama bana uygun eksikler değil bunlar. Anahtar kilit gibi düşünebilirsin, ancak senin eksik olduğun yerde benim seni tamamlamam mümkün değil. Kısacası sen şu halinle hayatımda eksik kalsanda olur Begüm..

Her neyse uykum geldi benim, bugün uykuya direnmek yok direkt yanına geliyorum iki lafın belini kırarız, canavarlardan arta kalan vakitte...


2 Kasım 2015 Pazartesi

Uzak Diyarlarda Gezmece

Sık değişen içsel paradigmaların etkisiyle kendinden geçen ben, bu hafta yapmam gereken bir iş için bile olsa uzaklara doğru yol aldım. İşimiz olmadıkça bir yere kıpırdayacağımız olmadığından bir yere gidebilmemiz için az bir teşvik edecek iş olması gerekiyor. Yeni bir memleket görmekten daha çok yeni otobüs ikramları ile tanışmanın heyecanını yaşayan yurdum insanı olarak,  gayet memnun kaldığım bir yolculuk yaptığımı da söylemek isterim.

Ne yazık ki gördüğüm yerler, A noktasından B noktasına giderken ki yediklerim kadar etki etmedi bende. Hatta hayal kırıklığına bile uğradım diyebilirim. Uzun süredir görmek için can attığım yerlere (isim vermeyeceğim belki memleketçilik yapanlar vardır) gittiğimden dolayı, haliyle beklentiler de had safadaydı. Devil horn yaparak, dil dışarıda "Hell Yea!!" şeklinde karşıladığım memlekete bakınca ilk tepkim; "Deniz nerede lan O_o" şeklinde vukuu buldu. Çöl şehirleri gibi görünmeside cabasıydı. Bizim memleket aslında iyiymiş yaa şeklinde gereksiz geyik yapamama sebep oldu. Ardından aktarma yaptığım şehire doğru yol alırken, "Daha çok adıyamana benziyor buralar" (ardı arkası kesilmeyen "destek mesajlarına" Adıyamanlıların şikayet mailleride eklenecek -_-) deyişim ve dizilerde gördüğüm kişileri ve olayları umutsuzca arayışım olayı daha dramatikleştirdi. Kapadokyaya gidince ağalık entrikalar, Güneydoğuya gidince töre batağında çırpınan aşk üçgeni bulacağını sanan nadide yurdum insanı, haliyle gittiği her yerde aradığını bulamadan kös kös geri dönmeye mahkum kalıyor.  Esasında bu tatminsizliğin sebebide yine biziz. Gidip görmediğimiz yerlerin hakkında kulaktan duyma bilgilerle yargılamamızı yaptığımızda, gerçeklerle yüzleştiğimiz zaman hayal kırıklığına veya "Bu muydu yani" dememize sebep oluyor. Yine de beklentim ve hayal ettiklerim bulduklarımın bir hayli ötesinde olmasına rağmen, idare eder yerler olduğunu söyleyebilirim.


Bunun yanı sora gidip gördüğümüz yerler için insanları da sayabiliriz. Alakaya maydanoz demenize gerek yok sevgili okurum. Daha önceki blog yazılarımdan birinde bahsettiğim gibi her insanın kendine ait bir dünyası var. Hayatımıza giren insanlara tanıma isteği ile yaklaştığımızda, kimisinin çöl olduğunu düşündüğümüz iç dünyasının tam tersi güzellikte olduğuna hayret ederken, kimisinde ise dünyadaki cenneti bulacağımızı düşünürken bir çölün ortasında bulabiliyoruz kendimizi. Her şeye rağmen ne kadar kötü olursa olsun birisini tanımak güzel ve değişik bir tecrübe oluyor. Ancak siz yinede o tecrübeyi yaşamadan önce şöyle bir bakının, gezmeye değecek bir şey var mı diye.

D.N.: Konu Ağustostaki bir gezintiye dayanıyor çok oldu gideli ancak gözümden kaçıp taslak olarak kalmış. Daha önce bir yazımda atıf yapmıştım yazmadan bırakmak olmaz. Selametle..

26 Ekim 2015 Pazartesi

Renklerin İçinde

Bitti mi diye kendime soruyordum. Etrafıma baktığımda tek gördüğüm, bir dolu umuttu öylesine ortalıkta duran. Yakıtı bitmiş araç gibi orada duruyorlardı, beni bir yere götürme ihtimali olmadan. Ne yapacaktım peki ben onca içilmemiş kahveyi, söylenmemiş sevgi sözcüğünü, gidilmemiş yeri, tadılmamış lezzetleri... Hatırlamazsın bunları, bilmezsinde. Odada öyle bir şey yapmadan duruşumu da, tüm şehri karışlayışımı da görmedin çünkü. Nereden bileceksin sanki. Çok sokak gezdim ne aradığımı bilmeden, çok yüz inceledim hiç birisini görmeden. Çıkıp gitmek istiyordum şehirden ama ne takatim vardı ne de isteğim.
Sözleri tekrarlıyordum acaba söylenmedik bir şey kaldı mı diye? Oynat uğurcuğum pozisyonu tekrar görelim. Pozisyon temiz hocam, yapılacak bir şey yok bu durumda karar doğru... Euroka!!! diyebilme umudu ile tüm arşivi taradım işimi görecek bir açık bulabilme umudu ile, taradıkça içimin parçalanması pahasına.  Yoktu her şey tastamam eksiksizdi. Eğer, ilişki matematiği olsaydı, tüm işlemler ve bilinmeyenlerini tamamladığım mükemmel bir denklem oluşturmuştum. Ama ne yazık ki yoktu bu duruma ne mantık ne de açıklama.
Bende her "adamın" yapması gereken standart prosedürü uygulamaya koydum, kod "kırmızı" devredeydi artık. Çivi çiviyi söker dediler ama, çivi ancak diğer çiviyi daha derine iter bir gün yine karşıma çıkmak üzere. Yavaş yavaş sökmek gerekli. Acı ve zor oluyor ama bir gün bir ucu çıkıp seni yaralamıyor en azından. Ayrıca, üzüntünü de göstermeyeceksin, güçlü ol yani. Olamıyor musun? Sanki öyleymiş gibi görün. Acıdan nefes alamayacak gibi olduğunu fark ettiklerinde hıçkırık tuttu geçsin diye nefesimi tutuyorum dersin kim bilecek.
Tebdil-i mekanda ferahlık vardır derler ya kişiye hava değişimi iyi gelir. Terk-i diyar eylememin en iyi izahı bu olsa gerek. Kpss'ye girdim ve kimseye söylemeden tercih yapıp atandım gidiyorum bu şehirden, hatırladın mı begüm? Küçücük köyden hallice bir şehire doğru sözde yeni bir sayfa açmak için bin kilometre yol alıyorum. Sıcak bir haziran gününde gece otobüsünde ilerliyorum hayallerimden uzaklaşmak için, son sürat. Terapi gibi düşün bunu, aydınlanıp geleceğim say. Her yolun bir hikayesi ve onu anlatan bir şarkısı olur ya bu seferki senin de çok sevdiğin bir parça...
Kulağımda kulaklık, karanlıkta ilerliyorum bilmediğim bir memlekete. Karanlıktayım ama kulağımda hep aynı cümle; Renklerin İçinde...



6 Ekim 2015 Salı

Çükübik vs Fikibok

Bazen bir uğraşın ortasında kalırsın ya hani şöyle bi durup düşünmeye, kendine bakmaya vaktin olmayan uğraşlardan. İşte dostum sana nacizane önerim: o zamanlarda bir süre durup soluklan. Merak etme uğraştığın her neyse zaten olacaksa olur. Klasik olacak ama su akar yolunu bulur. Asıl sen kendine bakmalı, şöyle bi durup nerede olduğunu görmelisin. Hiç mi merak etmiyorsun? Kim bilir sen kafanı kaldırmadan çabalarken nerelere gittin. Belki bir cennet bahçesine yol alıyorsundur, kim bilir alice harikalar diyarında bile olabilirsin. Öyleyse aynen kafayı önüne indirip yaptığın şeyi yapmaya devam et dostum. Kötü düşünmeyelim ama belkide uğraşın seni kötü bir yola doğru itiyor da olabilir ve farzı misal bu yoldan seni çekip kurtaracak kimse olmayacak. Mesela yani, olacağından değil de.  Ama sen yinede olmaz demeyecek, o saksıyı kaldırıp az bir etrafına bakınacaksın. Alt tarafı bir uğraş sanki ne olacak deme. Evet alt tarafı bir uğraş ama üst tarafı senin ruhun dostum. Emeğini harcatmayıp, kıymetini en başta sen bileceksin. Yoksa emeğin ile ruhunuda ayak altı edersin benden demesi.



Bazen de bulamadığın cevaplar olur tıpkı soramadığın sorular gibi. Aklına takılır durur kopamazsın, kopartamazsın. Halbuki koptuğu yerde bırakacaksındır ama gücün yetmez sende olduğu gibi bırakırsın. Kimi zaman bu sorular artık batar, cevabını bilirsin ama böyle bir sorun ile karşılaşmaktan tiksindiğinden vazgeçer görmezden gelirsin. Böyle yapman en güzelidir aslında, bir kenara ittiğin o kadar sorun vardır ki hayatında, dışarıdan şöyle bir kendine bir baktığında, koca bir dünyada küçük bir kağıt parçasına eğilip birşeyler yapmaya çalıştığını görürsün. O uğraşın sana bir getirisi olmayacağını da göreceğin gibi. O kağıt ile kendine bir yuva yapamazsın sadece bakıp bir süre eğleneceğin bir maket ev veya seni bir yerden bir başka yere götürmeyecek bir uçak veya seni deryalara sürükleyemeyecek kağıttan bir gemi yapabilirsin. Seni bunlar ne kadar mutlu edebilir ki? Emek edip bin bir uğraş ile yapmış olduğun o ev sana sıcaklık hissi verebilir mi yada o yere çakılmaya mahkum kağıt uçak seni uçurabilir mi? O geminin seni dalgalar arasında ilerletemeyeceğini söylememe de gerek yok sanırım. Onca emek sana mutsuzluktan, dalgalarda ilerleyen veya A noktasından B noktasına  bir kabin içinde savurularak da olsa uçan insanlara imrenmekten başka ne kazandırır ki? Kaybetmek için emek etmişsindir anlarsın ama çok geç olur dostum, onun içindir ki kafanı kaldır ve etrafına bak diyorum. İşte ozaman asıl büyük sorunları kaçırdığını fark edeceksin. Göreceksin ki hayatında cevaplanması gereken daha önemli sorular var; Çükübik mi? Fikibok mu?

Bu tarz yazı yazmamı isteyen kişiye gelsin :)

22 Eylül 2015 Salı

Kusmuklu Hikaye

İlkokulda öğretmenime aşıktım gençler. Her sabah koşa koşa okul heyecanından farklı, o zamanlar anlayamadığım bir heyecan ile okula gelir, bütün ders boyunca onu izlerdim. En dikkatli öğrencisiydim ben, her veli toplantısında dediği kadarıyla. Kestane renkli düz saçları (Evet gençler saçta bu renkten hoşlanıyore) sivri burnu, keskin hatlı yüzü ile bir tanrıça gibiydi benim için. 9 yaşında bir çocuk için sevdiğini etkilemenin pek yolu yoktur. Bende elimden gelenin en iyisini yaparak derslerim ile dikkatini çekmeye çalışırdım. Her ne kadar en başarılısı olmasam da ders konusunda güvendiği öğrencilerinden birisiydim. Benimle ilgilendiğinde çiçek gibi kokusu ile büyülenir hep kendimce "çok basit olmayan" sorularımı sorar benimle ilgilenmesi için elimden geleni yapardım. 

Ama ben ne kadar uğraşsam da beğenmediği özelliklerim de vardı. Mesela yazımı hiç beğenmez düzeltmem konusunda sürekli uyarırdı beni. Bu uyarıların yoğunlaştığı bir döneme sömestr tatili denk gelmişti ve hatırı sayılır uzunlukta ödev verilmişti bize. Bende bunu fırsata çevirip yazımı güzelleştirmeye karar verdim. Sabahları kalkar ödevimin taslağını çivi yazısından hallice yazım ile yazar sonrada o yazının tekrarını yazarken her harfin nasıl yazılırsa güzelleşeceğini bulmaya çalışırdım. O 15 gün içinde kalem tutmaktan çocuk ellerim nasır ile tanışmış, hiç oyun için bile dışarı çıkmamıştım. Ve o iki hafta çok hızlı geçti.  Öğretmenim yazımı gördüğünde şaşıracak beni tebriklere boğacaktı en azından bütün tatil boyunca bunu hayal etmiştim.

Nitekim tatil bitti ve ilk sabahtan okula gittim. O gün  hem okulun ilk günü hemde tatilde yapılan ödevlerin kontrolü ile yapılan ödevlerin ödül ve yapılmayanların ceza günüydü. Sıramda beklerken içim içime sığmıyordu yoklama için güzel sesi ile sesleniyor, sınıfta olan öğrencilerde cevap veriyordu. Sıra ödev kontrolüne geldiğinde heyecan tavan yapmıştı bende. Her öğrenci liste sırasına göre kalkıp gidiyor öğretmene yaptıklarını gösteriyordu. Sıra bana geldiğinde kendimden emin ama bir o kadar heyecan ile kalkıp defteri nazikçe önüne indirip yanına geçtim. Önce kısa bir süre yazılanlara baktı sonra bir şey arar gibi ileri ve geri sayfaları karıştırdı. Yüzünü inceliyordum, şaşkınlık değil daha çok öfke vardı yüzünde. Sonra ne olduğunu bile anlamadan yüzüme yıldırım gibi bir tokat yapıştırdı. "En güvendiğim öğrencimdin utanmıyor musun başkasına ödevini yaptırmaya" diye bağırdı tokatın peşi sıra. İlk kez bana böyle davranmıştı. "Benim yazım o öğretmenim" diyecektim sözüm diğer gelen tokat ile kesilmeseydi. Sonrasında tüm arkadaşlarım önünde nasıl bir sahtekar olduğumdan bahsetti. Diğerlerine göz dağı vererekten. 


Sırama geçemedim lavaboya gönderdi beni, tek başıma, girdiğim anda kustum oraya. Hayatımda ilk kez orada oldu bu olay. Okulda gün boyunca kustum hiç konuşmadım. Yapılan onca emeği bilen ve "öğretmenin beğendi mi ödevini" diye soran anneme bile doğruyu söyleyemedim beğendi dedim başka bir şey konuşmadım ve sadece kustum. İçimdeki kötülükleri değil, iyilikleri güzellikleri çıkardım dışarı. İçimde ona dair bir şey kalmayana kadar, ona karşı güzel hiçbir renk, iyiliğe dair bir şey kalmayana kadar artık sindirme olasılığım kalmayan tüm güzel hisleri durmadan kustum.. 

O günden sonra içime sinmeyen ne varsa kolayına kaçıp hiç uğraşmadan çıkardım içimden. Kusmama neden olanların yüzüne baktığımda, içimde en ufak bir iyilik kıpırtısı kalmayıncaya kadar, acımın kaynağını çıkarana kadar içimde ona dair ne varsa çıkardım. Kaderin cilvesi ya bu sefer ise hazmedemediğim şeyleri içime sığdırmaya çalışıyorum, bu çabama "emek" adını vererekten. Gittiği yere kadar hazmetmeye çalışacağım daha önce hazmedemediğim ve hazmetmek için uğraşmadığım ne varsa. Kısacası dostum, bana oradan bir soda uzatsana. 

7 Eylül 2015 Pazartesi

Begüm ile Bitmeyen Meselemiz

Kaç yıl oldu harbiden Begüm. Kaç bahar geçti, kaç kere yapraklarını döktü ağaçlar, baharın gelme umudu ile. Kaç sefer kuşlar umarsızca güneşin peşinden güneye uçtu, baharda geri gelmeyecekmiş gibi. Hatırlar mısın hayatımızda ilk karşılaştığımızda orta okuldaydık. Seninle aynı sınıfta, ancak farklı şubelerdeydik. Her sabah omuz hizası ile sıraya girer sınıfa gireceğimiz anı beklerdik. İşte o anlar benim için en önemli anlardı Begüm. Sıra sıra dizilmiş insanlar arasında gözlerim seni arardı. At kuyruğu şeklinde bağladığın saçlarını, zarif buğday rengi yüzünü diğer insanların arasında arardım. Ve her gün müdürün elde mikrofon bağır bağır ne anlattığını önemsemeden, insan kalabalığı arasında bulduğum o yüzü kaybetmemeye çalışır, en iyi görüş açısını bulmak için çabalardım. 

Bir süre sonra sende beni fark ettin, her tenefüste seni arayan gözlerim, C şubesine girmek için uğraşan benliğim senin dikkatini çekti sanırım. Arada olduğun yerde çaktırmadan eğilip bükülüp beni ararken yakalamaya başladım seni. Sonrasında, bakışmalar ile anlaşmaya başladık. Hiç konuşmaz, tenefüslerde karşılıklı banklara oturur sadece birbirimize bakardık. Birgün mucize gibi bir şey oldu ve bir derste A-B-C şubelerini karıştırıp 3 ayrı grup halinde ders vermeye karar verdiler. O zaman dua etmeyi pek bilmezdim, ondandır ki karnıma ağrılar girerek sınıf seçimini bekledim. Benim seçildiğim grupta olup olmadığını ders anında anlayacaktım ve o gün ders vakti geldiğinde direkt sınıfa gelmek yerine önce diğer iki sınıfa gittim. Seni, bizim sınıfa girip o an görmeme yerine diğer sınıflarda görmeyip umudumu devam ettirme yolunu seçtim. Nefesimi tutarak baktığım diğer iki sınıfta da yoktun. Kesinlik derecesine varan umudun vermiş olduğu aşk ile hızlı adımlarla sınıfıma girdim ve oradaydın. Arkan bana dönüktü, ince bedenin ve kestane renginde saçların ile oradaydın. Rastgele bir yere oturdum, ev sahibi sınıf öğrencisi olmama rağmen yabancılık çekerekten. Yapılan grup seçimleri ile aynı gruba düştük. O kadar mutluydum ki yuvarlak masa gibi yapılan sıralarda oturuyorduk yani genelde yüz yüzeydik hatırlar mısın? Ve aramızda bir şey oldu... "Hiç"bir şey. Konuşmuyordun benimle, ufak kaçamak bakışlar ile bakmak dışında birşey yapmıyordun. Görmüyor muydun nasıl üzgün olduğumu, her hafta bir ders sürelik olan o 35 dakikayı beklediğimi. Sanırım bilmiyordun ki çocukça tüm iletişim çabalarımı cevapsız bıraktın. Uzaktan uzaktan bakıp ortaokulu bitirip gittin. Belki hatırlıyorsundur beni, belki hala aklına geliyorumdur kırk yılda bir olsa da. Ama ben seni hiç unutmuyorum, hatta sen bana kendini unutturmuyorsun Begüm. Ne alaka deme bana! Bazen olur ki hayatına girdiğin insana beklediğinden fazla bir etki bırakırsın. Sen bana, hayatımın kıyısında olduğun sürece değil, kıyısında durup girmediğin hayatımdan çekip gittikten sonra o etkiyi bıraktın.



Daha önce başka bir blog yazımda daha demiştim ya hayatta ilkler unutulmaz, Hislerde de böyledir. Gelen olumsuz duygunun şiddeti ve yoğunluğu ne olursa olsun, o histeki duygu eşiğin düşük olduğundan küçük bir hadise sana bir felaket gibi gelir. Senin bana bu davranışını ihanet gibi düşünmem de bunun nedenidir. Sen gittikten sonra bilmediğim bu "gönül işleri" kategorisindeki duygular konusunda çok yanlış düşüncelere kapıldım. Yanlışları doğru, doğruları yanlış bildiğimi söyleyebilirim. O günden sonra hayatıma giren herkeste gördüğüm kötü özellikleri senin kötü olduğunu kabul ettiğim ama hakkında en ufak birşey bilmediğim karakterine yamadım. Kısacası sana haklı veya haksız bir şekilde bir rol verdim. Ve ondan sonra hep seni aradım Begüm. Seni bulmak için değil, senden uzaklaşmak için seni aradım. Yıllar içinde seni defalarca buldum. Her seferinde farklı bir suret ile karşıma çıktın ama bedenin içinde, hep o kestane renkli saçlarını lastik toka ile bağlayan küçük kızı buldum. "Ben reddederken senin yüzüne bakarsam ağlarım" diyerek beni karanlığa itip msn'den red eden kızda seni buldum. Her gece "iyi geceler" telefonu bahanesi ile ruhumu triplerinle törpüleyip, beni susan konuşmayan bir adam haline getiren, "Üniversite hayatı" yaşamak için beni bırakan, bir Allahaısmarladık demeden  damdan düşer gibi whatsapp'daki birkaç samimiyetsiz ileti ile 2 dakikada ayrılan insanda da seni buldum. Dedim ya hayatıma giren insanlarda az veya çok sen vardın. 

En son burada bu hayatımın son döneminde de yine ve yeniden sana denk geldim. Ve diyeceğim şu ki, senden bir kez daha vazgeçiyorum Begüm. Her tanıştığım, her içimde sıcaklık uyandıran insanla yaşadığım hikayenin sonunda ne yazık ki yine seni buluyorum. Biliyor musun yıllardır farklı bir insanla tanışmıyor gibiyim. Sanki dünya, karşıdakinin içinden geçenleri merak etmeyen, karşısındakinin ruhunu görmek, sevgiyi hissetmek için hiç bir şey yapmayanlarla yani "seninle" dolu. Küçük prens "Gülünü değerli kılan onun için harcadığın zamandır" der. Bir zaman harcamadan, uğraşmadan aşkı bulmanın peşindesin ve bu anlamsız amaç uğruna sevene sırtını dönmekten hiç çekinmiyorsun Begüm. Hiç merak etmiyor musun? Bu adam her sefer karşıma geldiğinde neden ısrarla ve tamamiyle bana içten davranıyor? Hiçbir getirisinin olmadığını görmesine rağmen. Yada neden tüm kartlarını açık bırakıyor? Blöf yapamayacak hale gelmesine sebep olma pahasına. Ya da neden gizem yaratmak için hiç uğraşmıyor da ilişki oyunlarıyla bir umut ışığı verip geri çekilmiyor? Üstümde hakimiyet kurmaya çalışmayıp gönlümde kendine bir yer arıyor? Hiç soruyor musun kendine? Ben söyleyeyim sevgili, bunlar senin gönlüne giden yollar. Ben senin gönlüne giden yolu aramıyorum, esasında ben sana gelmek istemiyorum. 

Kısacası hayata dair daha öğrenmen gereken çok şey var ey sevgili. Evet bana her uğradığında bende hayata dair senden çok şey öğrendim, genellikle insanlardan uzaklaşmayla sonuçlananlardan. 

Neyse, bence en azından şimdilik bu kadar begümiloji bilimi yeter bana. Son olarak bana gelirsek, şansımı denemeye devam edeceğim, hayat senin dışında bir insanla beni denk getirinceye kadar. Eminim ki bunca yazdıklarımdan sonra bile tek bir kelime anlamadın. Onun için yine sana kıyamayıp, alta gökten 3 elma düşüren cinsten Mevlana mesnevisi paylaşıyorum. Az bir sevgiye dair şeyler içeren bir yazı oku diye.

Bir gün bir aşık sevgilisinin kapısına gidip kapıyı çalar, sevgilisi içeriden seslenir: “Kim o?” 
Aşık cevap verir: “Ey yüce sevgili! Kapına gelen benim, ben” deyince sevgili; “Çekil git kapımdan. Sen daha olgunlaşmamışsın. Bu sofrada hamlara yer yok. Hem bu ev küçük, iki kişi sığmaz.” der.
Zavallı aşık çaresizce oradan ayrılıp. Bir yıl sevgilinin ayrılığına dayanıp dolaşıp durmuş. Bir sene sonra sevgilisinin kapısına gelip, heyecanla yine kapıyı çalmış. Sevgili içeriden :“Kimdir o?”. 
Çaresiz aşık perişan bir halde cevap verir: “Ey cana can katan sevgili! Kim o deme boşuna... Sensin sen" diye yanıtlar.
Bu sözü duyan sevgili, "Burası gönül evidir. İki kişi sığmaz buraya!” “Madem benim için kendinden geçip ben oldun, bende senim artık. Gel ey ben gir içeriye!" der.

Biraz daha benleşmeye ihtiyacın var Begüm. Bir gün yine bir yerde karşıma çıkacaksan bunu bil de gel...

5 Eylül 2015 Cumartesi

Aklımda Deli Sorular

Fark ettim ki nicedir, iyice içselsellileştirdiğim dünyama yolculuğa çıkmıyorum. Bunun üzerine, bu aralar küçük bir fırsat buldum ve fiziksel olarak biraz uzaklara kaçtım (Bununla ilgili yazıyı da en kısa sürede paylaşacağım canlar). Eski hayatım ile ilgili herşeye dönüş yaptım da diyebiliriz bu kaçışa. Eski hayat derken, aynı yatakta kalkıp, aynı rutin ile kahvalti yapıp gün içinde aynı şeyleri yapmaya devam etmekten bahsediyorum. Halbuki ben bu sıralanlaşmış eski hayatımdan kaçmamış mıydım?  Yeni bir hayat kurup, bu hayata güzel anlamlar katmak için yola çıkmamış mıydım? Dönüp baktığımda bu yolda ilerletmeye çalıştığım hayatımın tam istediğim kıvamı bulduğunu söyleyemeyeceğim. Aslında, polyannacılığa bile gerek olmadan, az bir optimist bakış açısı ile bile kötü bir noktada olmadığım rahatlıkla söylenebilir. Evet, seviyorum, hissediyorum hatta üzülebiliyorum da. Üzülme eşiğini gereksiz yere yükseltmiş birisi için yeri geldimi üzülebilmek bile yeterli bir teselli noktası haline geliyor. Bende küçük şeylerden teselli bulma konusunda komando eğitimi almadım mı zaten? 
Dedim ya bu hayatımdaki "mola" ile, sürekli kullandığım ama toparlamak için vakit bulamadığım iç odama kısa bir göz gezdirme olanağı buldum. Ara ara yaptığım gibi bu dönemde de bekar odası gibi kullanıyorum  o "odayı". Gelişi güzel kıyafetlerimi çıkarır gibi düşüncelerimi, kararsızlıklarımı  dağıtıyorum etrafa. Düşünmek istemediğim herşey o odada muhafaza ediliyor. Hayal kırıklıkları, olumsuzluklar, umutların bitme korkusu  ve bilimum tüm o "odaya layık" hisler. Ama orası da doluyor, içimize atacak yer de kalmıyor artık. 
Şöyle bakınca "harbiden ben bu koca odayı nasıl doldurdum" diye içten içe düşünüyor insan. Hatta bu sıralar sık sık gördüğüm reklamdaki gibi anlatayım -Hayat böyle yalnız olmamı nasıl sağlıyor? - İçim böyle nasıl kabarıyor? -Babam böyle ıssız bir adam yapmayı nereden öğrendi? Dr. Oetker'in bu halimle ilgisi var mı? Gibi gibi sal olup sele kapılmış, saykodeli sorular soruyorum kendime.


Hayata attığım bakış

Ancak umut etmeyi bırakmıyorum. İnsandır, umudunu bıraktığında sele kapılan, hayattan kopup yok olan. Ancak ne yazık ki umudun ötesinde yaşanacak şeylerde var bu hayatta. Umut etmek ayrı, olması ayrı bir durum yani. Üstüne koymak isteyip koyamadıklarıma, kıyamadığım insanların kıymasına o kadar alıştım ki. Yeri geldiğinde istemeden umudumu frenlemek için elimden geleni yapıyorum. İyi bir son için gözümü kapatsam da biliyorum ki hayat, filmler gibi değil. Filmden ziyade, başlayıp bitirmediğim blog yazıları, okunmayan kitaplar, yarım kalan hikayeler, sadece nakaratı hatırlanan şarkılar gibi bu hayat. Ancak az önce dediğim gibi insanlar hep misafir odasını görüyorlar. Evi sahiplenip kimsenin bilmediği o odaya gelen kimse olmadı henüz. Onun için insanların gördüğü, gülüp eğlenen, keyfi yerinde insan modellemesi tam gaz devam ediyor. Ancak tüm bu karamsarlık fırtınasına rağmen, gelecek güzel günlerin hatırına umut etmekten de, sevmekten de, gülmekten de vazgeçmiyorum. 

Yoksa nasıl akıl sağlığımızı koruyabiliriz değil mi Murat'ım?
- Ehe ehe aynen karşim ^^


31 Ağustos 2015 Pazartesi

Sonra Bir Ev Boyadım Sana...

Kapısı mavi zili deniz diye devam eden Birsen Tezer şarkısıdır kendisi. Kimi dönemlerde şarkıların için boş gelir ya bir anlam taşımaz, haliyle içimizde de herhangi bir heyecan yaratmaz. Kimi zamanda ise serin bir yaz rüzgarı gibi içimizi rahatlatır, yaşama sevinci ile doldurur. Sanırım içimde bu sefer bu şarkıya karşı gelişecek şöyle bir şey vardı: Laz Müteahhit... Evet bu şarkıyı dinlememle birlikte içimdeki laz müteahhit kendini deşifre etti. Yeni bir duygu değil aslında. Daha önceden bir kaç ev inşa etmişliğim vardı ama şuanki konumuzdan ayrı hikayelerdi onlar. Ben de yine ve yeniden daha öncekiler gibi bir "acabalar" ile dolu olan yolculuğa koyuldum. Uzun süredir atıl durumda olan bir arsam vardı. Böyle genişçe, sahil kenarında. İnsanların en başta gidip yerleşmek için can atıp sonra sıkılıp terk ettiği bir yerde. Bence her şeye rağmen, kötü bir yer değildi. Sürekli gördüğümden biliyorum. Evet kimi zaman fırtınalı ama çoğu zaman sakin, huzur dolu bir yer. Kim bilir, belki de insanların kaçması fazla huzurlu olduğundan olabilir.
Neyse işin inşaat kısmına gelirsek, aynı resimdeki gibi kapısı mavi zili deniz olan bir ev yaptım kendimce. Önce taş ile ördüm duvarlarını yazın serin kışın sıcak olsun istedim. Gelen misafirin rahat etmesini istiyordum çünkü. İçine krem renkli bir şal koydum çok serin olursa sarılsın, üşümesin diye. Sıcak olunca serinlemek için açacağı pencerelerini maviye boyadım aynı deniz renginde. Kapalıyken bile baktığında sadece denizi görsün istedim. Boyasını bembeyaz yaptım içerisi hep aydınlık olsun sıkılmasın diye. Kendi ellerimle kedi resimli bir kupa da yaptım, denizin sesi ile mest olurken kahvesini yudumlayabilsin diye. İçine minderler, yastıklar koydum kahvesini rahat rahat yayıla yayıla içmesi için. Sonra beklemeye başladım evin sahibi gelip yerleşsin diye. Ancak ne gelen oldu ne de giden... Yinede her gün ev ilk yapıldığı gibi sıcacık, tertemiz dursun diye bıkmadan gidip temizlik yaptım. Duvarda her gün azimle oluşan örümcek ağlarını temizledim. Hiç kullanılmadığı halde is tutan ocağın bacasını temizleyip, etrafı güzelcene toparladım. Ancak ne yaparsam yapayım ilk günkü gibi olmuyordu. Her gelen gün geçenleri aratnaktaydı... Evin duvarları sarıya kaçıyor artık. Kupanın içi toz, baca ise is ile doldu. Gelse bir temizliğe bakar aslında ama bıraktım öylece.



Yine de bekliyor insan. Her sabah uyanınca heyecan ile koşarak "eve" gidiyorum. Bakıyorum geldi mi diye. Halbuki yağış mevsimi de geldi. Kuşlar da gidiyor vakitleri geldiği için. Onların gidişi "onun" gelişini müjdelemiyor muydu? 

Aslında gerçeğe baktığımızda hiç gelmediği, muhtemelen de hiç gelmeyeceği bir yerde dönüşünü bekliyorum. Yine de her gün güneşin doğuşu ile ufuğa bakıyorum, bulutları görebilme umudu ile. Ve yine her gün eve gidiyorum gelmiştir diyerekten. Kim bilir, belki yarın yine yürüyerek gideceğim. Kısa bir süre sonra ise ayaklarımı sürüyerek... Sonrasında ise, ne bulutu ufukta ne de onu evde göremeyeceğimi bilerek istemeden, zoraki gideceğim, geldiğini gördüğümde ne yapacağımı bilmeden. Ta ki vazgeçeceğim güne kadar. 

Diyeceğim o ki orada duruyor evi. İster istemez ona kalan bir şey ama her şeye rağmen, belki hiç gelmeyeceği o ev, yaşamaya değer, mutlu olacağı bir yer. Her neyse o düşüne dursun, ben  içimdeki laz müteahhit'i susturmak için kendimle hesaplaşayım bi. Bu atıl yatırım öz kaynaklarımızdan ne götürmüş görmek istiyor da... 



28 Ağustos 2015 Cuma

Dostluk Üzerine Birkaç Satır...

İnsan bu, her gün yeni bir şey öğreniyor. Yaşıyoruz, tanıyoruz, seviyor, üzülüyor, hata yapıyoruz. Hayat ise yaptıklarımız ile bir şey öğrenip öğrenmediğimiz konusunda en ufak bir endişesi bulunmayan umursamaz bir öğretmen gibi dersini veriyor. Sınavı da var üstelik, acı-gözyaşı-üzüntü not sistemi ile değerlendirmeli. Bilmiyorum başarılı oluyor muyum ama ben de bu "hayat okulunda" kendime göre bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Kimi zaman ise aldığımız bu ders dostluğumuzu test edecek derecede oluyor.

Bir yerde okumuştum, "Dostlarını tanımak istiyorsan hata yap" yazıyordu. Her ne kadar, dostunu tanımak için böyle sadistçe yöntemlere gerek olmadığını düşünsem de, bu felsefenin düşünürüne buradan bir tebrik sallamayı kendime görev addediyorum.

- Murat!!! telefonumu niye suya attın! 
+ Bir dakika sakin olup nasıl hissettiğinle ilgili şu kısa anketi doldurabilir misin sevgili dostum ^^

Düşünce güzel olsa da, bunu reaksiyona geçirmeden de kefil olabileceklerimiz var hayatımızda. Bunun yanı sıra, yapılan hata ile birlikte karşındakinin ne kadar iyi olduğunu hatta olabileceğini de görüyorsun.(Sadizm karşıtları hadi bunu da açıklayın!) Hata üstüne hata yapıp resmen comboladığında bile durum değişmiyor. Yeri geldiğinde kırılsa bile gururunu bir yana bırakıp seninle ilgileniyor,seni koşulsuz önemsiyor. İşte dostluk denilen şey budur a dostlar! 

Eminim hepimizin çevresinde, "iyi ki hayatımda" diyebileceğimiz birisi veya birileri vardır. Kibirden arınmış, gurur yapmayan, üzüntün ile üzülen, derdini sevincini paylaştığın, candan,sevgi dolu,dosdoğru insanlardan bahsediyorum. Acabaların olmaz o insanla, aklında olan her şeyi konuşabilirsin. Yeri gelir utanmadan saçmalar, yeri gelir pervasızca üzüntünü dökersin göz yaşları ile birlikte. Birlikte vakit geçirmekten keyif alır, zamanın nasıl geçtiğini ise anlamazsın. Diyeceğim şu ki üzmeyelim bu güzel insanları. İnsani ilişkilerin borsa gibi inişli çıkışlı olduğu bu devirde böyle dostları kaybetmemek gerekiyor. (Çıkar ilişkisi kokusu geliyor mu size de?) Bazen istemeden üzüyoruz ama dedim ya hayat okul gibi. Ben ise öğrenen bir öğrenci.

Velhasılıkelam, mekanın veya zamanın ayıramayacağı bizi biz yapan insanlara sahibiz ve bu insanların hayatlarını keşfedilmeyi bekleyen bir dünya gibi düşünebiliriz. Evet dostların birbirinin hayatına etkisi süreklidir ancak, hayatımıza önem değeri daha farklı kategoride olan insanlar da giriyor. Kısacası, belki o dostunun dünyasındaki güneşi sen değilsin. Ancak o güneş batıp dostun karanlığa gömüldüğünde yolunu bulmasını sağlayan kutup yıldızı sensin. 
Biricik kuzey yıldızıma :) 

25 Ağustos 2015 Salı

Yalnızlık Sorunsalı


Yalnızlık ile sürdürmüş olduğum sadakate dayalı istikrarlı ilişkimiz tüm hızı ile devam etmekte. İstikrar ve yalnızlığı bir arada kullandıysam, biraz geniş düşünün, kısa süreli bir olay değil.30 yıldır süregelen bir rutinden bahsediyorum. (İşte istikrar dediğin böyle olmalı aferin oğlüşüme ^^) Aslına baktığımızda günümüzdeki insanların hayatı genelde şöyle devam ediyor. Öncelikle üniversite kazanılır ardından mezun olunup akabinde devlet memurluğu tercihen olmak üzere bir iş bulunur ve hayırlı bir kısmet ile baş göz edilir. Evet burada bohem hippiler gibi "Bize toplumun dayattığı kurallarla yüşümük üstümüyürüz" tarzı laflar etmeyeceğim. Düşündümde artık toplumun dayattığı kurallar ile yaşamak istiyorum lan! Ancak olmuyor okul-mezuniyet-iş prosesindeki tüm adımları harfiyen yerine getirmeme rağmen bir yerde bir hesap hatası oluşmuş durumda. Acaba sorun işte mi diye denemediğim meslek dalı kalmadı. Belki zengin kız fakir oğlan hikayesinden voleyi çakarız diye kasiyerlik de yaptım. Ancak zengin kızların attığı parayı havada kapmaya çalışarak, reflekslerimi geliştirmemden başka bir katkı sağlamadı bana. Sorun işte de değil. Acaba arada bir yerlerde zincir koptu ve ben Dr. Emmett Brown'ın şekil a'da gösterdiği gibi, okul-iş-evlilik çizgisinde bir yerlerde yaşayacaklarımın dışına mı  çıktım?



Tam da doğduğum tarihi gösteriyor iyi mi -_-

Evet bu yalnızlık ile yapacak bir şey bulamayıp kendi kendime blog yazıyorum. Sonraki level; eve kedi alıp, çektiğim resimleri ile facebook kapak ve profil resmimi süslemem. Az kaldı, kedi videoları paylaşıp, gizliden internetten sahiplendirme ilanlarına bakıyorum.

Sonuca gelirsek yalnızım. Durumum kötü değil, aslında çoğu zaman iyi bile sayılabilirim. Konuşuyor, arada bir şeyler yazıyorum. Umut dolu üç noktayla biten cümleler kuruyorum, devamı gelecekmişcesine. Bazı zamanlarda ise cümlelerin ardına nokta bile koymakta zorlanıyorum. En son birisi vardı, ben zorlandığımda nokta koymama yardımcı olabilecek. Ancak o da, soru işaretlerine boğup gitti beni. Kısacası iyiyim. Sağlıcakla.

Gökten üç nokta düştü...

23 Ağustos 2015 Pazar

Krep Bu Kızılötesi Yaralı Müzesi Hareket Edemem

Arada kafama eser işte böyle değişik şeyler yapmak. Bugün ise bu güzel pazar sabahında kemiklerim ağrıyana kadar yatıp keyif yapmak yerine sanki kurulmuş saat gibi erkenden inanılmaz bir krep isteği ile uyanıp akabinde krep yaptım. Ah ne özlemişim o lezzeti... Her neyse, krepli bir rüya sonrası aslında krep'in  hayatımda olmadığını görmenin yarattığı özlem ile yatağımdan kalktım. Yalnızlık başa bela, iş başa düştü deyip kendim hazırlamaya başladım. Tarifin içindekiler arasında bende bir tek süt yoktu. Neyse ki yoğurt var. Sonuçta o da sütten gelmiyor mu mirim? Velhasılıkelam karıştırdım, çırptım, pişirdim. Hamaratımsı? bir beceri ile 10 dakikada hazırladım ve  sonuç; tam istediğim gibi oldu. Yani olmadı... O mucizevi tadı da yoktu yerken ki neşesi de. Sadece oturdum yedim. Sıradanlaştırdığım için özürler dileyerek. 

Yapılması Gereken-Yapılan 

Aslında her yediğimizin bir hikayesi vardır. İlk nerede yedin,ne zaman kiminle yedin. Bezen o hikayenin silinmesi için ise hikayede geçen yemeği yeniden hunharca yemen gerekebilir. Evet dostum bu fedakarlığı yapıp o yemeği yeniden yemen gerekli! Kimi buna çivi çiviyi söker der. Ben ise kısaca "Mükerrer-ül hadise" diyorum. 

Düşündüm de sadece krep'i sıradanlaştırmaya, özlememeye çalışıyorum. Daha fazlası olmadığı için şanslıyım aslında. Hikayesi olan yemekler,anılar artsa hayatın tüm tatları da gitmez miydi? Mutlu olmak güzel ama, derine batmak gibi  bir şey be. Mutluluğun uzadıkça geri dönüşü de , silmesi de bir o kadar zor oluyor. Evet dostum ,bazen mutluluğun fazla sürmediği için de mutlu olman gerekebiliyor. Bu arada gıda zehirlenmesinin belirtileri arasında fazla polyannacılık var mıydı? Ayrıca krep tarifimi merak edenler internetten bakabilir. Tek fark süt yerine yarısı kadar yoğurt koyun. Afiyet olsun.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

O gemi bir gün gelecek

Bir umuttur yaşamak gençler. Hani hayatında olmasını istediğin yeni şeylerin hayalini kurarsın ya durmadan. Heh işte o hayallerinde ne varsa onlar bir geminin içindedir. O gemi bir gün mutlaka gelecek dersin. O gemide ismail abinin çoktan ölmüş babası da olabilir, giden sevgili de, platonik aşk da. Umudunu yitirmeden beklersin. Hayat bu olur ya kimi zaman ise sadece geminin gelmesini istersin. Koşulsuz şartsız kimin , neyin geleceğini önemsemeden. Gelen yok bari giden olmasın diye limanı yakmak üzeresindir çünkü. Etrafına baktığında herkesin bir bekleyeni olduğunu görürsün ancak senin bekleyenin yoktur, onun yerine sen bekliyorsundur. Gelmek bilmeyen gemiyi..